Skip to main content
Category

Blog

Kanal Tedavisinden Nasıl Kaçınılır, Kanal Tedavisi Yerine Ne Yapılabilir?

Kanal tedavisi
Kanal tedavisi

Kanal tedavisi, dişlerin ileri derecede çürüyüp enfekte olduğu durumlarda, içlerindeki enfekte ve ölü dokuların temizlendiği ve sonrasında oluşan boşluğun kanal dolgu maddeleriyle doldurulduğu bir tedavidir. Aslında bir tür dişi mumyalama yöntemidir diyebiliriz. Bu haliyle artık canlı olmayan dişi ağızda tutmayı amaçlar.

Kanal tedavili dişler kan dolaşımı ve savunma mekanizması barındırmazlar. Ayrıca canlı dişlerde bulunan ve dişin ortasından dışına doğru gerçekleşen dentin sıvı akışı da artık maalesef yoktur. Bu yüzden canlı dişlerle bir tutulamazlar. İçeride gelişebilecek enfeksiyonlara karşı artık burada bir savunma ve geri bildirim mekanizması yoktur. Ayrıca dişin kanal sistemi dışında kendi sert kısmı da binlerce minik borucuklardan (tübüllerden) oluşur. Bu kısımları kanal tedavisi ile %100 temizlemek ve doldurmak maalesef mümkün olmaz. Bu yüzden biyolojik diş hekimliğinde, kanal tedavili dişlerin vücutta kalmasının negatif sistemik etkileri olabileceği düşünülür (Biyolojik diş hekimliğinin önerisi kanal tedavisi yapılmadan dişin bırakılması değil dişin çekilmesi şeklindedir). Klasik diş hekimliğinde ise bu fikir kabul görmez ve kanal tedavisi dişi kurtarmak olarak değerlendirilir. Çünkü iyi bir kanal tedavisi yapıldığında, köklerin ucunda bulunan iltihaplı alanlar küçülebilir ve hastalar bu dişi semptomsuz şekilde yıllarca kullanabilirler. Diş çekimi ve implant gibi tedavilerden kaçınılmış olur. Ek bir bilgi olarak şunu da belirtmeliyim ki semptomsuz olsa bile bu dişlerde hala bakteriler olabilir. Çekilmiş kanal tedavili dişlerin içindeki bakterileri inceleyen özel laboratuvarlar, tomografide bile iltihap görünmeyen, iyi yapılmış kanal tedavili dişlerde dahi patojen bakterilere rastlamışlardır. Ancak, bu bakterilerin vücuda zarar verip vermediğiyle ilgili çok fazla çalışma yok maalesef.

Bu videoda dişin çürüyerek kanal tedavisine gitmesi, kök ucunda iltihaba yol açması ve kanal tedavisi işlemininin nasıl yapıldığını görebilirsiniz.

Bu konudaki tartışmaları daha önce başka yazılarımda da aktardığım için burada daha fazla uzatmak istemiyorum. Daha detaylı okumak isterseniz “Kanal Tedavisi Tartışması” ve “Diş Kökü İltihabı ve Kalp Hastalıkları” yazılarıma göz atabilirsiniz. Kanallarla ilgili bahsettiğim bu şüphelerden dolayı canlı ve iyileşme potansiyeli olan bir dişin kanala gitmemesi için elimizden ne geliyorsa yapmamız gerektiğine inanıyorum. Bir dişi kanal tedavisine mecbur bırakmak öyle kolay olmamalı. Bu yüzden bu yazımda kanal tedavisinden kaçınabilir miyiz sorusuna yanıt vermeye çalışacağım. 

Öncelikle eğer bir diş gerçekten kanal tedavisi gerektirecek kadar enfekte olmuş ya da ölmüşse maalesef kanal tedavisi yapmadan dişi ağızda tutma şansımız yok. Kanal istenmiyorsa dişi çekmek zorundayız, aksi halde bu diş, içindeki enfekte ve ölü dokulardan dolayı hızlı bir şekilde kökün ucundaki kemikte iltihaba yol açacaktır. Kanal tedavisiyle bakterilerin üreyebileceği alanlar azalmış olur. Özetle çürüğün çok ilerlediği, dişin geri dönüşümsüz şekilde iltihaplandığı durumlarda diş çekimi yapmak istemiyorsak kanal tedavisinin mutlaka yapılması gerekir diyebiliriz.

Ancak maalesef bazen ölü veya ileri derecede enfekte olmayan dişlere de kanal tedavisi yapılabiliyor. Canlı ve sağlıklı bir dişimizin bu şekilde kanala gitmemesi için yapabileceğimiz bazı şeyler var. Dişlerimizin boş yere ölmemesi için sayacağım bu noktalara dikkat edebiliriz.

1 – Diş Hassasiyetinde Kanal Tedavisine Gerek Var mı?

Çok şiddetli olan ve başladığı zaman geçmeyen diş hassasiyeti dışında, diş hassasiyetleri kanal gerektirmez. Çoğu zaman hassasiyetin altında yatan başka nedenler vardır ve bunlar kanal tedavisi yapılmadan giderilebilir. Hatta dişin hassas olması canlı olduğunu gösterdiği için olumlu bir sinyal bile olabilir!

  • Diş hassasiyetinin sebebi dişte bulunan restorasyonlarda bir problem olması olabilir. Örneğin kompozit dolgular yapılırken çok büyük parçalar halinde yerleştirildiyse, başka bir deyişle çok hızlı yapıldıysa, ciddi bir büzüşmeye uğrayarak dişin duvarlarından koparlar ve dolguyla dişin arasında mikro boşluklar oluşmasına yol açarlar. Hassasiyetin kaynağı bu olabilir. (Dolgu yapmamız işte bu yüzden uzun sürüyor:)) 

  • Başka bir senaryoda, dişte çürük olduğu için hassasiyet olabilir. Eğer hassasiyet bir uyaranla oluşup birkaç saniye içinde geçiyorsa çürük henüz dişin kanalına kadar ilerlememiştir. Bu durumda kanal yapılmadan, dişin canlılığını koruyarak yalnızca dolguyla tedavi edebilmek için bir an evvel diş hekiminize görünmekte fayda olacaktır.
  • Dişte çatlak olabilir. Bu durumda da çatlağın nerede olduğuna ve nereye kadar uzandığına bağlı olarak farklı restorasyonlar yapılabilir ancak yine kanal tedavisi gerekmez.
  • Diş eti problemi olabilir. Diş etlerinin iltihaplanması veya çekilmesi sonucu kök yüzeyi açığa çıkmış olabilir ve hassasiyet gelişebilir. Diş eti tedavisi, diş eti operasyonu gibi uygulamar yapılabilir, kanal tedavisine gerek yoktur. Kök yüzeylerini rahatlatıcı uygulamalar da (hassasiyet giderici, lazer vb.)  eklenebilir. 
  • Diş yüzeyleri aşınmış olabilir. Bruksizm, kapanış bozuklukları, sert fırçalama, bulimia vb. gibi birçok sebeple diş yüzeylerinde aşınmalar olabilir ve bunlar hızlı geliştiyse hassasiyetler de görülebilir.
  • Dişlerde mineral kaybı olabilir. Normalde tükürükte bulunan mineraller dişleri sürekli dışarıdan onarırlar. Ayrıca dişler içeriden de beslenir ve içlerinde bulunan dentin sıvısı akışı sayesinde dişi dış etkenlere karşı korur. Beslenmenin ya da bağırsak sağlığının iyi olmaması, ağız solunumu, ilaç kullanımı, sistemik hastalıklar dolayısıyla bu mekanizmalar bozulabilir ve dişler güçsüzleşebilir. Bu durumda hassasiyeti gidermek için diş yüzeylerine çeşitli uygulamalar yapılabilir, ancak tabi ki sebepleri sorgulayıp düzeltmeye çalışmak da uzun dönemde daha fazla kayıp olmaması için önemlidir.

Diş hassasiyetlerinin sebebi bulunamadığında veya bir türlü rahatlama sağlanamadığında bazen hastaların şikayetlerine son vermek için kanal tedavisi öneriliyor. Ben bu yaklaşımı doğru bulmuyorum çünkü bu durumda kanal tedavisi yapmak demek aslında canlı bir dişi kendi elimizle öldürmek anlamına geliyor! Burada tabi ki hastalarımızın da bilinçli olmalarında ve doktorlarıyla iş birliği içinde olmalarında fayda var (iyileşme süreci gerektiren bir şikayetin bir an evvel çözülmesi için hekimlerine baskı yapmamak gibi:)).

2 –  Her derin dolgu kanala gitmez!

Maalesef çok sık karşılaştığım başka bir durum, diş hekimlerinin semptomları değerlendirmeden, dolgunun derinliğine bakarak hastalara dişin kanala gideceğini söylemeleri oluyor. Burada aslında biraz da hastaları olabilecek en kötü duruma hazırlamak için böyle bir bilgi veriliyor olabilir. Yine de derin dolgularda eğer hassas çalışılmazsa ve dişten gereksiz madde kaybına yol açılırsa maalesef gerçekten de diş kanal tedavisine gidebiliyor. Bu durumu önlemek için uyguladığımız bazı yöntemler var. (Bunlar biyomimetik diş hekimliğinin ilgi alanı olduğu için hekiminizi ararken bu terimden yola çıkabilirsiniz).

  • Biyomimetik yaklaşım – Bu yaklaşımda doğal dişin biyomekanik özellikleri mümkün olduğunca taklit edilmeye çalışılır ve dişlere mekanik değil, adezyonla bağlanan restorasyonlar tercih edilerek gereksiz diş kesimleri engellenir. Ayrıca çürüğün ne kadar temizleneceği, bilimsel çalışmalarla tespit edilen bazı kurallara bağlanmıştır ve böylece canlı bir diş, çürüğü ne kadar derin olursa olsun kanala gitmez. Biyomimetik diş hekimliğinin başka bir amacı ise dişin ileride geri dönüşü olmayacak şekilde hasar görmesinin önüne geçebilmektir. (Ör: Aşırı madde kaybından veya zayıf dokular bırakılmasından dolayı kırıklar oluşması ve dişin çekime gitmesi gibi…)
  • Çürük boyama ajanı kullanımı – Aslında bu da biyomimetik diş hekimliğinde rutin kullanılan bir maddedir. Çürüğün farklı tabakalarını görmemizi sağlar ve normalde koyu renk görünen ama aslında sağlıklı olan kısımları gereksiz yere almamıza engel olur. Böylece çürük temizliyoruz diye dişi kanala götürme ihtimalimiz çok azalır.
  • Kuafaj tedavisi – Bazen çürüğün çok derin olduğu durumlarda kanal açığa çıkabilir. Bu durumda bile eğer klinik bulgular da izin veriyorsa kuafaj dediğimiz tedavi ile kanal tedavisi yapmadan dişin canlılığını korumak mümkün olabilir. Bu tedavide kanalın açıldığı yerden gelen kanama durdurulduktan sonra biyouyumlu ve yeniden dentin oluşumunu uyaracak ajanlarla boşluk kapatılır ve ardından dişin restorasyonu yapılır. Bu tedavide kanamayı durdurmak ve bölgeyi temizlemek için genelde sodyum hipoklorit kullanılıyor. Biz bu aşamada ozon kullanıyoruz. Hangisi kullanılırsa kullanılsın, dişi hemen kanala götürmemiş oluruz. Ve çoğu zaman da başarıyla sonuçlanır.
  • Lup veya mikroskop kullanımı – Dental lup veya mikroskoplarla çalışmak bize çalıştığımız alanı çok daha büyük ve detaylı görme şansı sağlıyor. Bu sayede kanala çok yaklaştığımız yerlerde çok daha dikkatli ve nazik çalışabiliyoruz ve dişleri boş yere yaralamamış oluyoruz. Bunu en iyi aşağıdaki foto ile açıklayabilirim sanırım:
İlk resimde hiç büyütme olmadan sadece genel görüntüyü görebiliyorken son resimde 8x büyütme ile dişin detaylarına hakim olabildiğimiz görülüyor. (Ben klinikte 10x ile çalışıyorum.)

3 – Estetik kaygılarla veya çapraşıklığı gidermek için yapılan diş kaplamaları

Dişlerin kanal gerektirmesine yol açan, sık karşılaştığımız başka üzücü bir durum, estetik nedenlerle veya dişlerdeki çapraşıklıkları düzeltme amacıyla çoğu zaman gayet sağlıklı ve güzel olan dişlerin kesilip kaplanması. Bu yaklaşımla yapılan dişlere maalesef sosyal medyada “Turkey teeth” dendiğini görebilirsiniz. Genel olarak çok iyi hekimlerimiz olduğu ve oldukça kaliteli diş hekimliği hizmeti verilen bir ülke olduğumuz halde bu etiketle anılmak oldukça üzücü ama maalesef ülkemizde bu şekilde çalışan kliniklerin de olduğu inkar edilemez. Bu yaklaşımda, dişler güzel bir gülüş(!) sağlayabilmek adına kesiliyor ve üzerlerine kaplamalar yapılıyor. Bunlar yapılırken hastalara diş minelerinin bir daha geri gelmeyeceği, dişlerin kesilmesi sonucu daha hassas olan dentin adlı tabakanın ortaya çıkacağı, bazı dişlerin kanal tedavisi gerektirebileceği ve kanal tedavili dişlerin canlılığını kaybetmiş dişler olduğu bilgisinin verildiğini sanmıyorum. Üstelik bu restorasyonlar büyük bir titizlikle yapılmaması durumunda bir süre sonra kalan diş dokuları çürüyecek, diş eti problemleri gelişecek. Restorasyonların yenilenmesi gerekecek. Belki de bazı dişler bu süreçte kaybedilecek.

Konumuza dönecek olursak, eğer dişlerinizin estetiği sizi mutsuz ediyorsa öncelikle daha minimal invaziv çözümleri değerlendirerek kanal tedavilerinden kaçınabilirsiniz. Örneğin çapraşıklıklar için ortodontik tedavi düşünülebilir. Diş boyutları ya da şekilleri sizi rahatsız ediyorsa porselen veya kompozit laminalar düşünülebilir. Dişlerinizin renginin daha açık olmasını istiyorsanız diş beyazlatma düşünebilirsiniz. Bütün bu tedavilerin de elbette yan etkileri olabilir ama yine de dişleri kesip kaplamaktan çok daha güvenli yöntemler.

4 – Koruyucu Diş Hekimliği

Son olarak tabi en bariz maddeyi de eklemek istiyorum. Dişleri çürütmeyelim ki kanal gerekmesin! Bunun için belki ilk önce aklınıza dişleri fırçalamak, diş ipi, gargara vs. yapmak gelecek ama değil. Aslında alacağımız en önemli önlem beslenmemize dikkat etmek. Bu hem içeriden hem dışarıdan dişlerimizi koruyarak çürük oluşumuna ve hızla ilerlemesine engel olacak.

Ayrıca rutin diş hekimi kontrolleri, sorunların başlangıç aşamasında tespit edilmesini sağlayarak gerekli önlemleri almanıza imkan tanır. Yani diş hekimine gitmek için dişinizin ağrımasını beklememelisiniz, çünkü bu aşamaya geldiğinde maalesef diş artık kendini onaramayacak kadar kötü durumdadır ve çoğu zaman kanal tedavisi (veya kanal istemeyenler için diş çekimi) kaçınılmaz olur.

Homeopati’den “Mikroimmünoterapi”ye

Homeopatiyle ilk kez, yıllar önce çocuk sağlığıyla ilgili bir internet zirvesi izlerken tanışmıştım. Konuşma, özellikle acil durumlarda homeopatinin nasıl kullanılabileceğiyle ilgiliydi ve konuşmacı homeopatik ilaçların nasıl semptomları baskılamadan iyileşme sağladığından bahsediyordu. Örneğin ateşi olan bir çocuğa ateş düşürücü verdiğinizde vücudun verdiği tepkiyi baskılamış, dolayısıyla vücudun hastalıklarla baş etme kabiliyetini geliştirmesine engel olmuş oluyordunuz. Homeopatide durumun böyle olmadığı anlatılıyordu. 

Bu konuşma ve homeopatik yöntemlerle iyileştiğini anlatanların hikayeleri, homeopatiye merak duymamı sağlıyordu ancak ben de o sıralarda belki de birçoğumuz gibi homeopatinin bir tür bitkisel tedavi olduğunu düşünüyordum ve çalışma şeklini araştırmamıştım. Bu arada “mercurius”, “arsenicum” gibi toksinleri çağrıştıran homeopatik “remediler” de (homeopatide ilaç yerine bu ifade kullanılıyor) biraz şüpheli gelmiyor değildi hani…

Sonra katıldığım, farklı bir konudaki eğitimde, tanınmış homeopatlarımızdan biriyle tanıştım ve kendisi homeopatik remedileri hazırlamak için kullanılan maddelerin defalarca seyreltildiğini ve incelendiğinde remedinin içinde o maddenin artık tespit edilemediğini anlattı. Aslında remedilerde maddelerin kendisinin değil “ruhunun” olduğunu söyledi. 

Maalesef bu kısa konuşmadan sonra ben kendi kendime “hmmmmmm” diyerek homeopatiden uzaklaştım ve odağımdaki birçok başka konuyla, homeopatiyi daha fazla araştırma gereği duymadım. Ne kadar açık fikirli biri olduğumu düşünsem de modern tıp ve bilimsel bakış açısıyla yetişmiş bir insan olarak bazı fikirleri kabul etmekte zorlanabiliyorum ve daha somut açıklamalar bekliyorum. 

Bir süre sonra homeopati yeniden ilgimi çekmeye başladı. Tesadüfen üst üste gelen birkaç hastam, homeopatiyle aldıkları sonuçlardan bahsettiler. 

Yukarıda da bahsettiğim gibi homeopatide kullanılan remediler, belirli bir durum için uygun görülen bir maddenin defalarca seyreltilmesiyle elde ediliyor. “Benzer benzeri iyileştirir” prensibi homeopatinin temelini oluşturuyor. Homeopatiyi bilmeyenler için bu söz çok havada kalıyor olabilir. Homeopatinin çıkış hikayesine baktığımızda neyin kastedildiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Homeopatik tedavinin babası Dr. Samuel Hahnemann (1755-1843), sıtma hastalığının semptomlarıyla yüzyıllardır sıtma hastalığına karşı kullanılan (quinine içeren) kınakına bitkisinin kabuklarının tüketilmesiyle ortaya çıkan semptomların aynı olmasından yola çıkarak homeopatik tedaviyi geliştiriyor. Başlangıçta ilaçları daha az toksik olmaları, daha kolay tahammül edilebilmeleri için seyreltirken, zamanla daha çok seyreltmenin daha iyi sonuç verdiğine inanmaya başlıyor ve giderek daha fazla seyreltilmiş remediler kullanıyor (ref). Şu anda homeopatide kullanılan remediler, maddelerin 10⁶⁰ veya 10⁴⁰⁰ gibi çok büyük sayılarla ifade edilecek kadar tekrar tekrar seyreltilmesiyle elde ediliyor (ref). Ayrıca seyreltilen bu solüsyonların çalkalanması da remedi hazırlama sürecinin bir parçası.

Kısacası ilaçlardan, takviyelerden alışık olduğumuz dozlarda olmayan, remedinin içinde nano boyutta kalmış olsa bile (ref) vücuda girdiğinde okyanusta bir damla gibi kaybolacak miktarlardan bahsediyoruz.

Homeopati’den “Mikroimmünoterapi”ye

Mikroimmünnoterapi alanıyla 2019’da katıldığım bir konferansta tanıştım. Diş eti iltihabında görülen immünolojik yanıtı adım adım anlatan Beatrice Lejeune adlı araştırmacı, iltihapta rolü olan interlökinleri, TNF’leri defalarca seyrelterek bir ilaç geliştirdiklerini ve iltihabı bu ilaçla nasıl durdurduklarını anlatırken, “Bir dakika! Bu homeopati değil mi?” diye düşündüm! İltihaba yol açan maddelerin kendisini seyrelterek uyguladığınızda iltihabı durduruyordunuz! Birkaç dakika sonra kendisi de ilaçların bu kadar çok seyreltilmesinden “homeopatik dozlar” olarak bahsetmeye başladı. Hatta “İnanabiliyor musunuz, içinde homeopati geçen bir araştırmayla AB fonu aldık!” diye espriler yapmaya başladı.

Mikroimmünoterapi, immün sisteme yani bağışıklık sistemine ait maddeleri kullanarak bağışıklık sisteminin verdiği yanıtı düzenlemeyi ve hastalıklarla mücadele etmeyi amaçlıyor. Vücudun kendi ürettiği “sitokinler”i kullanıyor. Ve bunu yaparken homepatideki gibi bu maddeleri defalarca seyreltiyor (ref). Ve aynı homeopatinin “Benzer benzeri iyileştirir” prensibinde olduğu gibi, hastalığın seyrinde rolü olan sitokini homeopatik dozlarda seyreltip uyguladıklarında o sitokinin normalde verdiği yıkım emri duruyor! 

Mikroimmünoterapide iltihabın her aşamasında rol oynayan farklı aktörler (RANTES, Il6, Il1b, TNFa vb.) dikkate alınarak, bu ajanlar farklı seyreltme dozlarında belirli bir sırayla hastaya veriliyor. İltihabi olayların seyri değiştirilmiş oluyor. Örneğin çene kemiğinde görülen yağlı dejeneratif osteonekrozların gelişmesinde, diş çekimi sonrası ortamda çok fazla RANTES olmasının ve bunun kemik yapımı yerine yağ dokusu oluşmasını uyarmasının rolü olduğu düşünülür. Mikroimmünoterapide, çok fazla seyreltilmiş RANTES uygulanması RANTES aktivitesini durdurarak kemik oluşumunu destekliyor (Beatrice Lejeune ve J. Lechner’in araştırmalarında bu konu bulunabilir) (ref). Mikroimmünoterapiyle ilgili hem lab ortamında hem de insan ve hayvanlarda yapılmış çalışmaları bu adreste bulabilirsiniz. 

Peki bu nasıl oluyor? Konuşma sırasında da haklı olarak bu soru soruldu… Nasıl oluyor da maddenin kendisi vücutta olduğu halde dışarıdan çok düşük dozlarda verildiğinde böyle bir sonuç veriyor? Konuşmacı Lejeune bunu bilmediğimizi ve sorunun cevabını bulan kişinin ya Nobel alacağını ya da soytarı ilan edileceğini söyledi!

Ağız Sağlığı “Biohack”i: Hidroksiapatitli Diş Macunları

Hidroksiapatit, diş minesinin %97’ye varan kısmını oluşturan madde. Diş hekimliğinde, hakkında yapılan çalışmalar giderek çoğalıyor. Başlangıç diş çürüklerini durdurmak için en sık uygulanan madde olan “florür”e alternatif olmaya aday. Bir kere, florürdeki toksisite sorunu hidroksiapatitte yok. Florüre başka bir üstünlüğü ise hidroksiapatit uygulanan dişin yüzeyinde oluşan yapının doğal diş minesine çok benzer olması. Bu yüzden hidroksiapatit, “biyomimetik” yani doğalı taklit eden ağız bakımı uygulamaları arasında gösteriliyor. Yapılan çalışmalarda kullanılan “nano” hidroksiapatit, çok küçük partiküllü olduğu için diş yüzeyindeki çatlaklara ve düzensiz alanlara girerek onarım sağlıyor. Ayrıca bakterilerin dişin yüzeyine bağlanmasını azaltıyor. Bu da hem diş çürüğü gelişimini hem de diş taşı birikimini önlemeye destek olabilecek bir özellik. Yine benzer mekanizmalardan dolayı diş hassasiyetini azaltıcı bir etkisi de bulunuyor. Bunların dışında beyazlatıcı etkisine de rastlanmış bazı çalışmalarda. Bu saydığım özelliklerinden dolayı faydalı olabileceğine inandığım bir içerik hidroksiapatit. Muayenehanede de bazı durumlarda kullanıyorum:

  • Özellikle hassasiyet tedavisinde ozona ek olarak,
  • Diş beyazlatma malzemesiyle birlikte hassasiyeti azaltmak ve dişin daha pürüzsüz bir tabakayla kaplanmasını sağlamak için,
  • Özellikle siyah lekeleri olanlarda bozuk bir mine yüzeyi oluştuysa (bu lekelere sebep olan bakterilerin mine yüzeyini bozabileceğini yazmıştım daha önce)
  • Ve başlangıç çürüklerini remineralize etmek için yine ozonla birlikte..

Peki siz nerede bulabilirsiniz?

Türkiye’de bir iki diş macunu markasında bulunuyor ( Daha önceden bildiğim biri Splat’tı. Çalışmalarda kullanılan bir marka olan Biorepair’i de internette buldum. Bir de Dentiste Premium & Natural diye bir markaya rastladım ). Belki yerel üreticiler de zamanla hidroksiapatiti fark ederler diye düşünüyorum. (Planlayan bir firma olduğunu da biliyorum).

Dişleriniz çürümeye yatkınsa, diş hassasiyetiniz varsa ve hatta diş yüzeyinde çok hızlı diş taşı oluşuyorsa yalnızca bir madde sürerek sorunları çözebileceğimize inanmıyorum maalesef ama altta yatan sepebleri bulup onarırken lokal desteklerden, bazı “biohack”lerden de faydalanabiliriz elbette!

Kaynaklar:

  1. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC7353493/ Bir biyomimetik ağız bakımı ürünü olarak HA
  2. https://www.karger.com/Article/FullText/493031 Remineralizasyonda son çalışmalar
  3. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/25249980/ Çinko HA diş macunu, in vivo çalışma
  4. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/30683113/ HA ve florlu diş macunlarının remineralizasyon açısından karşılaştırması, in vivo (çocuklarda) ve in vitro
  5. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/33514787/ HA ve florürlü diş macunlarının erken çocukluk çağı çürüklerine etkisinin karşılaştırması, 1 yıl süreli randomize kontrollü çalışma
  6. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/33271745/ HA’in hassasiyet ve diş eti iltihabı üzerine etkisi
  7. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/33255509/ Beyazlatıcı etkisi (in vivo)
  8. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/32791529/ Beyazlatıcı etkisi (in vitro)
  9. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/20507374/ Hassasiyet giderici etkisinin florürle kıyaslanması, çift kör randomize kontrollü
  10. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/28364672/ Diş yüzeyine bakteri tutunmasını azaltması
  11. https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/15348313/ Beyazlatıcı etkisi

Yönlendirilmiş Biyofilm Terapisi – Guided Biofilm Therapy

Yönlendirilmiş Biyofilm Terapisi – Guided Biofilm Therapy

yönlendirilmiş biyofilm terapisi

“Biyofilm”, mikroorganizmaların bir araya gelerek oluşturdukları ve birlikte daha güçlü olmalarını sağlayan bir organizasyon, adeta bir mikroorganizma devleti… Ağızdaki biyofilm de böyle. Ancak içinde mikroorganizmalar var diye mutlaka her zaman zararlı oldukları gelmesin aklımıza. Ağızdaki bakteriler deyince hepsini öldüresimiz geliyor nedense:D:D Sağlıklı bir ortamda onlar bizim dostumuz aslında. Ağzın normal, sağlıklı bakteri florasının bizi yabancı ve patojen bakterilerden korumak ve immün sistemimizi eğitmek gibi faydaları var. Ne zaman ki bu floranın dengesi bozuluyor, o zaman çürükler ve diş eti hastalığı gelişimi riski doğuyor. Bazen de siyah lekeler gibi bizi sürekli uğraştıran durumlar ortaya çıkıyor. Bu durumda bu patojen floranın yer aldığı plağı uzaklaştırıp yeniden sağlıklı bir flora yaratmaya çalışıyoruz. Diş hekimi olarak bizim yaptığımız temizlik gidişatı durdurması ve yeni bir başlangıç sağlaması açısından önemli.. Ancak beslenme de çok önem taşıyor! Örneğin bildiğimiz şeker (sakkaroz), biyofilm içinde asit üreten ve çürük yapan mikroorganizmaların artmasına, daha kolay organize olmalarına ve fırçalamayla uzaklaşmalarının zorlaşmasına yol açıyor, yani sağlıklı florayı sağlıksız hale getiriyor. Bu durumda diş temizliğiyle birlikte bazı alışkanlıklarınızı da gözden geçirmeniz gerekiyor olabilir. (Aslında bağırsak sağlığımızı düzeltme stratejisine benziyor- zararlılardan kurtul, faydalı flora için uygun ortam sağla).

 

Burada “yönlendirilmiş biyofilm terapisi” adı verilen bir diş temizliği yaklaşımının bir kısmını görüyorsunuz. Bu yaklaşımda hem hasta motivasyonu daha ön planda tutuluyor hem de en az invaziv olacak şekilde dişlerin temizlenmesine vurgu yapılıyor. Videoda hastaya temizlik sırasında biofilmi daha görünür kılmak için kullandığımız plak belirleyici ajan görülüyor. Bu sayede hem tahmin etmediğimiz yerlerdeki biyofilmi görüp uzaklaştırmayı başarıyoruz hem de hastamızın farkındalığı artmış oluyor. Bir de böyle temizlemesi daha eğlenceli oluyor 🙂 Temizlik için burada kullandığımız cihaz AirFlow. Bu cihaz, glisin, eritritol ya da sodyum bikorbonat gibi duruma göre seçtiğimiz farklı tozları suyla birlikte dişlere püskürterek lekeleri ve yeni oluşmuş taşları temizleme işlemini yapıyor. Ardından daha sert diş taşlarını kaldırmak için ultrasonik temizleyici ve el aletleri kullanıyoruz. Ben klinikte ultrasonik temizlikten sonra da yeniden Airflow cihazımı kullanıyorum.

Tabi yukarıda da bahsettiğim gibi bizim yaptığımız temizlik bozulmuş bir florayı ortadan kaldırıp yeni bir başlangıç sağlasa da devamında sizin bu temizliği korumanız ve floranın dengesi için başta beslenme olmak üzere faydalı bakterilerin rahatını gözetecek bir ortam sağlamanız en önemlisi…

 

 

Hangi Yiyecekten Ne Kadar Kalsiyum Alabiliyoruz?

Bir besin grubunu diyetimizden çıkarırken bazen yerine neler koymamız gerektiğini hesap etmeyebiliyoruz. Örneğin peynir, zeytin, domates, salatalık, yumurtadan oluşan bir kahvaltınız var. Bir gün süt ürünlerinin size dokunduğunu anladınız. Sadece peyniri çıkarıp geri kalanlarla devam ettiğinizde size dokunan bir gıdanın size zarar vermesini engellemiş oluyorsunuz ama diğer yandan o gıdayla birlikte aldığınız bazı besinlerin de eksilme ihtimali doğuyor. Bu yüzden bir besin grubunu çıkarırken onunla birlikte gelen hangi mikrobesinleri çıkardığınıza da göz atmak gerek. Bu yazımda, özellikle de verdiğim örnekteki gibi çeşitli sebeplerle süt ürünlerini beslenmelerinden çıkaranlar için, hangi alternatif kalsiyum kaynaklarından ne kadar kalsiyum alabildiğimizi paylaşacağım. 

Aslında hangi gıdada ne kadar kalsiyum olduğu bilgisi kolayca bulabileceğiniz bir bilgi. Ancak bir gıdadan ne kadar kalsiyum aldığınızı öğrenmek için gıdadaki kalsiyumun ne kadarının emilebildiğini de hesaba katmamız gerekiyor. Örneğin 1 bardak sütte bulunan 300mg kalsiyumun %32 kadarı emilebiliyor. Bu da 1 bardak sütten (240g) 96mg kalsiyum alıyoruz demek oluyor. Bol kalsiyum içeren ıspanağın aynı miktarında (240g) 1 bardak süttekinden daha fazla, 322mg kalsiyum bulunuyor; ancak bunun yalnızca %5’i emilebildiği için 16mg kalsiyum almış oluyoruz. İşte bu yüzden aşağıdaki listeyi, hesabımızı bu emilebilen kalsiyuma göre yapalım diye hazırladım. Merak etmeyin, ıspanak biraz uç bir örnek… Listede, birçok sebzede bol bol emilebilen kalsiyum olduğunu görebilirsiniz. 

Tabi listeyi kullanabilmemiz için önce ne kadar kalsiyuma ihtiyacımız olduğunu bilmemiz gerekiyor. Aşağıdaki tabloda yaşlara göre günlük önerilen kalsiyum alım miktarlarını bulabilirsiniz (1)

Yaş Erkek Kadın
0–6 ay* 200 mg 200 mg
7–12 ay* 260 mg 260 mg
1–3 yaş 700 mg 700 mg
4–8 yaş 1,000 mg 1,000 mg
9–13 yaş 1,300 mg 1,300 mg
14–18 yaş 1,300 mg 1,300 mg
19–50 yaş 1,000 mg 1,000 mg
51–70 yaş 1,000 mg 1,200 mg
71+ yaş 1,200 mg 1,200 mg

*yeterli alım (orijinal kaynaktaki bu uyarı, bu yaş grupları için ideal alım miktarının daha fazla olabileceği anlamına geliyor olabilir.)

Bu tabloda, bir yetişkin için önerilen 1000mg’lık günlük alım miktarı aslında emilebilen değil, diyetle alınan kalsiyuma işaret ediyor. Bunu nereden anlıyoruz? Günlük kalsiyum ihtiyacımızı karşılamamız için 3-4 porsiyon süt ürünü tüketmemiz öneriliyor. Eğer 1000mg’ın tamamı, günlük emilmesi gereken kalsiyum olsaydı, 1 porsiyon süt ürününden 96mg emilebilen kalsiyum alacağımız için 10 porsiyon süt ürünü tüketmemiz önerilirdi. Buradan yola çıkarak günlük emilmesi önerilen kalsiyum miktarının 300-400mg olduğunu söyleyebiliriz (5)

Gerçekten ihtiyacımız olan kalsiyumun bu kadar olup olmadığıyla ilgili farklı görüşler olduğuna da kısaca değinelim. Fiziksel aktivite, östrojen hormonu, D vitamini seviyesi gibi farklı etkenler de ihtiyacımız olan kalsiyum miktarını değiştirebilir. Kalsiyum alımları daha az olduğu halde kemik kırıkları daha az görülen Asya ve Afrikalı toplumlar, önerilen kalsiyum miktarları konusunda soru işaretleri yaratıyorlar. Elbette beslenme ve yaşam şekillerinde o kadar fazla değişken olabilir ki, bu farklılığı sadece kalsiyum alımıyla açıklamak zor olur. 

Bu ayrıntıyı da verdikten sonra gıdalardaki emilebilen kalsiyum miktarlarını gösteren tabloya geçebiliriz. Beslenmenizi düzenlemenizde yardımcı olması dileğiyle…

(Tablonun çıktısını alabileceğiniz bir versiyonuna da buradan ulaşabilirsiniz.)

 

YİYECEK PORSİYON BÜYÜKLÜĞÜ EMİLEN KALSİYUM
Kemik (ör. Kaynatılmış tavuk kemiği parçası) 3 g 270mg
Pazı 1 kap pişmiş( 190g) 173mg
Turp yeşillikleri 1 kap pişmiş( 190g) 102mg
Beyaz peynir 30g 96.3mg
Yoğurt 240g 96.3mg
Süt 1 bardak 96.3mg
Kılçıklı sardalya 106g 95mg
Kılçıklı konserve somon 106g 71mg
Çin lahanası 1 kap pişmiş( 170g) 69-85mg
Brokoli 1 kap pişmiş( 156g) 57mg
Kale 1 kap pişmiş( 125g) 46mg
Maden suyu

(San Pellegrino, en yüksek Ca içerenlerden)

500ml 41-45mg
Hardal yeşillikleri 1 kap pişmiş( 190g) 42mg
Kuru Fasulye 110g 24.7mg
Şalgam 85g 22mg
Badem 28g 17mg
Barbunya 110g 15.3mg
Ispanak 1 kap pişmiş( 180g) 12mg
Kırmızı turp 50g 10.4mg
Susam (kabuksuz) 28g 7.7mg
Tatlı patates 164g 9.8mg

Okullardaki Florür Uygulaması

Geçenlerde www.glutensizdunya.com‘dan sevgili Merih ile florür uygulaması hakkında kısa ama birçok konuya değinen bir söyleşi gerçekleştirdik.

İlkokul çağında çocukları olanlar bilirler, her okul dönemi, florlama için okuldan eve izin kağıtları gönderilir. Bu kağıtlarda aşağıda okuyabileceğiniz gibi oldukça yüzeysel şekilde “bilgilendirme” yapılır.

Bu şekilde okul ortamında ve çocuktaki çürük riskine bakılmaksızın toplum genelinde yapılan bir uygulama ile ilgili anne-babaların daha detaylı bilgi sahibi olmaya hakları olduğunu düşünüyorum. İşte Merihle gerçekleştirdiğimiz bu sohbetimizde, artısı eksisiyle flor konusunu, araştırmalardan edindiğimiz bilgiler ışığında konuştuk.

Nelerden bahsettik?

  • Flor uygulaması neden tartışmalı?
  • Okullardaki flor uygulamasının ne gibi sakıncaları var?
  • Kendi kızıma flor uygulattım mı?
  • Florlu macun da kullanmayalım mı?
  • Diş sağlığımızı korumak için fırça macunun ötesinde neler yapabiliriz?
  • Çürükleri olan çocuklara alternatif öneriler neler olabilir?

Bütün bu soruların cevaplarını Merih’in YouTube kanalındaki videomuzda izleyebilirsiniz. Okumayı tercih edenler ve referansları görmek isteyenleri ise Merih’in bloguna alabiliriz.

İyi seyirler/okumalar…

Yüz Gelişimi, Ortotropik Tedavi ve Mewing

Çapraşık dişler, alt ya da üst çenenin diğerine göre fazla ileride/geride olması, ön dişlerin tam kapanmaması… Bunlar gibi sorunların kaynağı sadece genlerimiz mi? Neden bizden çok önce yaşamış insanların çenelerinde, 20’lik dişler de dahil bütün dişlerin rahatça dizilebileceği kadar yer varken günümüzde bu artık bir lüks gibi görünüyor? 95 yaşındaki İngiliz ortodontist Prof. John Mew’a göre çeneler ve çapraşık dişlerle ilgili bütün sorunların kaynağında özellikle de gelişim çağında yerleşen duruş bozuklukları yatıyor. 

John Mew’u 2019’da IAOMT konferansında tanıdım. Ufuk açıcı ve dinlemeye doyamadığımız bir sunum yaptı…Kendisi önce senelerce çene cerrahı olarak çalışmış. Çenelerin gelişimindeki sorunların cerrahi yöntemlerle düzeltildiği -örneğin çenelerin ileri ya da geri alındığı- ortognatik cerrahilerde görev almış. Savaş sırasında baktığı, yüzlerine yara almış askerler, yüzümüzün hayatımızda ne büyük öneme sahip olduğu fikrine yoğunlaşmasını sağlamış. Yüz gelişimine, estetik oranlarına, sorunların nereden kaynaklandığına büyük merak duymaya başlamış. Bir süre cerrahlığı bırakıp genel diş hekimliği yaptıktan sonra yeniden ortodonti alanında uzmanlaşmış. 

Ona göre ortognatik cerrahilerde gördüğü en güzel sonuçlar gerideki alt veya üst çenenin ileri alınmasıyla ortaya çıkıyormuş. Buna karşılık, ortodontik tedavilerde dişlere yer sağlayıp çapraşıklıkları düzeltmek için sağlam dişlerin çekilmesi ve ön dişlerin geri alınması, ona büyük bir çelişki olarak görünüyormuş. Elbette güzellik anlayışı göreceli olabilir ancak çoğu insana hoş görünen ya da en azından çirkin bulunmayacak olan bazı genel özellikler olduğu bir gerçek. Geride olmayan bir üst çene, belirgin elmacık kemikleri, aşağıya doğru aşırı derecede uzamamış, ileriye doğru da gelişmiş alt ve üst çeneler genel olarak hoş bir ahenk yaratır. Hatta dünya üzerinde, güzel oldukları konusunda çoğu kişinin hemfikir olacağı birçok ünlünün yüzünü incelerseniz bu özellikleri bulabilirsiniz. Bu şekilde bir yüz gelişimi “yatay” büyüme sayesinde oluyor (elbette yüz ileriye doğru büyürken aşağıya doğru da büyüyor ancak “dikey” büyümedeki kadar uzamış bir yüz ortaya çıkmıyor.) John Mew’a göre bu “yatay” büyümenin gerçekleşmesi aşağıda detaylarını vereceğim doğru duruşun korunması sayesinde oluyor. 

Sol tarafta yatay yönde, sağda ise dikey yönde büyüme gösteren profiller görülüyor.

Mew’a göre doğru duruş nasıl olmalı?

  • Dil tamamen damağa temas etmeli. Genelde dilimizi damağımıza değdiriyor olsak bile, bazılarımızda değen kısım sadece dilin ucu olabiliyor. Halbuki dilin orta ve arka kısımlarının da damağa temas etmesi gerekiyor. 

 

Solda dil tamamen damağa temas ediyor, sağda ise alt çenede duruyor. Fotoğraf: http://www.aljabri.com/blog/how-to-mew/

 

  • Dil damaktayken alt ve üst dişler birbirlerine hafifçe temas etmeli veya boşluk kalsa bile çok az olmalı. (Normalde dinlenme pozisyonunda dişlerin birbirinden hafif ayrı olması gerektiğini kabul ederiz ama John Mew bu fikre katılmadığını belirtiyor.)
  • Dil damakta ve dişler hafif temasta olduğu sırada dudaklar da kapalı olmalı ve burundan nefes alınıp verilmeli
  • Dil, dişler ve dudaklar günde 4-8 saat bu pozisyonda kalıyor olmalı. 

(Bu maddelerin özellikle gelişme çağında sağlanıyor olması gerekiyor.)

Bu pozisyon bize ne sağlıyor?

Durup yüzümüzün nasıl geliştiğine kafa yoracak olursak ilk tahminimiz kemiklerin genetik bilgiye göre oluştuğu ve yumuşak dokuların onları takip ettiği şeklinde olabilir. Ama yapılan çalışmalar, kemiğin şekillenmesinde yumuşak dokuların büyük payı olduğunu gösteriyor. “Fonksiyonel Matriks Teorisi” denilen bu teoriye göre kaslar çalışırken kemiği şekillendiriyorlar. Bu yüzden de kasların nasıl ve ne kadar çalıştıkları kemiğin gelişim şekli ve miktarında önemli rol oynuyor.

Örneğin hayvanlarda gelişme döneminde yüzün tek tarafındaki sinirlerin kesilmesi (dolayısıyla kasların çalışmaması) yüzün asimetrik olarak büyümesine yol açıyor. Sıvı beslenen hayvanlarda yüz daha az gelişirken sert gıdalar verilen hayvanların daha belirgin kasları, daha iyi diş dizilimleri ve daha iyi gelişmiş çeneleri oluyor. Çocukların yumuşak gıdalarla beslendiği toplumlarda daha fazla çapraz kapanışlar ve daha dar damaklar görülüyor. Ayrıca beslenme biçimleri zaman içinde değişen yerel halklara bakıldığında, yiyeceklerin sertlikleri azaldıkça yüz şekillerinin de daha dar ve uzun olmaya başladığı gözlemleniyor (1)(2). Yani kemiğin gelişimini yönlendiren ya da onun gerçek potansiyeline ulaşmasını sağlayan, kasların yeteri kadar fonksiyon görmesi oluyor.

Dil pozisyonuna dönecek olursak, dilin damakta durması, üst çene kemiğinin gelişiminde rol oynuyor, damağın ileriye ve yanlara doğru genişlemesini sağlıyor. Bütün dişlerin sığabileceği yer kazanılmış oluyor. Üst çene yalnızca aşağıya doğru uzamıyor, “yatay” büyüme de sağlanmış oluyor. Aşağıdaki fotoğrafı incelediğinizde üst çeneye bağlı olan elmacık kemiklerinin, burnun, göz çukurlarının da bu gelişimden etkileneceğini görebilirsiniz. Ayrıca dişlerin temas etmesi ve ağzın sürekli açık durmaması da, karşılıksız kaldığında uzama eğiliminde olan dişlerin uzamasını önlemiş oluyor. 

Fotoğraf: https://commons.wikimedia.org/wiki/File:Maxilla.jpg

Ortotropik Tedavi (Orthotropics)

Yukarıda saydığım koşullar sağlanamadığında yüz gelişimi bundan çeşitli şekillerde etkileniyor. Bu koşulların sağlanamamasının farklı nedenleri olabilir. Çocuğun geniz eti büyümüşse burnundan nefes alamıyor olabilir. Gerek uyku sırasında, gerek uyanıkken ağzı uzun süre açık olan çocukta damak genişlemeyecek, dişler uzayacak ve dikey yönde büyüme daha fazla olacaktır. Yine yukarıdaki çalışmalarda bahsettiğim gibi sert gıdalar tüketmeyen çocuklarda da kaslar yeterince güçlenmediği için çene kemikleri bütün dişlerin sığabileceği kadar gelişemeyebilir. Ayrıca parmak emme, emzik kullanma ya da başka alışkanlıklar da çene gelişimini kötü yönde etkiler. 

Bu gibi durumlarda bozulan büyüme-gelişme şeklini düzeltebilmek için bir tedavi uygulanması gerekiyor. John Mew’a göre “yatay” büyümeyi sağlayabilecek tek tedavi şekli, kendi geliştirdiği “ortotropik tedavi” yöntemi. Bu iddiasını, ortodontik tedavinin zararlı olduğu iddiasıyla birleştirince ortodonti camiasının genel olarak ona düşman olmasına şaşırmıyor insan. Yani burada aslında “alternatif” ve eleştirilen bir tedavi şeklinden bahsettiğimizi belirtmiş olalım bu vesileyle. 

Tedavide kullanılan ağız içi aygıtlar bir yandan çenelerin gelişimini yönlendirmeyi, bir yandan da çocuğa dilini damağında konumlandırma ve ağzını kapalı tutma alışkanlıklarını kazandırmayı amaçlıyor.

Mew, en iyi sonuçların 6-8 yaşları arasında alındığını söyledi konuşmasında. Çene gelişiminin ne yönde olacağını bu erken yaşta tahmin etmenin bazı ölçülebilir yolları var. Hatta kendisi karşılaştığı bazı çocuklarda kötü gidişatı fark ederek anneleri uyarmış ancak anneler onu ciddiye almadıkları ve müdahale etmedikleri için maalesef çocuklarında ileride tam da Mew’un tahmin ettiği şekilde sorunlar ortaya çıkmış. Öncesi-sonrası fotoğraflarına baktığınızda gerçekten de büyüme yönünün bozulmasının ne kadar çarpıcı sonuçlar doğurduğunu görebilirsiniz. 

Ortotropik tedavi neden bu kadar şaşırtıcı ve tartışmalı? 

Çünkü Mew, normalde ameliyat olması gerektiği söylenen birçok hastayı bu yöntemle orantılı yüzlere kavuşturmuş. Diş çekimi yapmadan düzelmesi imkansız görünen vakaları, sadece dişleri dizerek değil, yüz estetiğine de büyük katkı sağlayarak tedavi etmeyi başarmış (hatta diş dizilimine yüz gelişimi kadar önem vermediğini söyleyebiliriz). Gömük kalmış köpek dişlerini bile ameliyatsız olarak sürdürdüğü vakaları olmuş. Bütün vakalarda da yatay büyümeyi sağlamış ve dikey büyümeye sebep olabilecek ortodontik tedavilere göre yüz estetiğini daha iyi bir noktaya getirmiş. Ayrıca tedavi sonunda hastaların ömür boyunca retainer (ortodontik tedavi sonrası dişlerin geri gelmesini engelleyen bir aygıt) kullanmaları gerekmiyormuş, çünkü dişler, çene ilişkisi, kaslar olmaları gereken yere gelip denge yakaladıkları için bu konum kendiliğinden korunuyormuş. Aşağıda ortotropik tedavi görmüş bazı vakaları görebilirsiniz.

Fotoğraftaki çocuklar ikiz kardeşler. Yukarıdaki çocuk diş çekimi ve klasik ortodontik tedavi görmüş, aşağıdaki ise diş çekimsiz ortotropik tedavi.

 

Sorun şu ki aldığı sonuçlar klasik ortodontide “yapılamaz” gözüyle bakılan hareketler sayesinde oluyor. Örneğin “Ortodonti Profesörleri” başlıklı şu sayfada alt çenenin yalnızca 1-2 mm ileriye gidebileceği, Mew’un yönteminin yalnızca izole birkaç vakada işe yaradığı söyleniyor. John Mew özellikle 70-80’lerde meslektaşları tarafından ciddi şekilde alaya alınmış ve şu anda bildiğim kadarıyla diş hekimliği kaydı iptal edilmiş bulunuyor. 

Aslında çok iddialı konuşuyor olsa da John Mew’un temelde beklentisi şu: Mutlaka ameliyat olması gerektiği söylenen bir çocuğun ailesinin, “tartışmalı” da olsa başka bir tedavi seçeneğinin olabileceğini bilmeye hakkı olmalı. Bu alternatif yöntemi değerlendirip, güvenip güvenmemeye ailenin kendisinin karar verme hakkı olmalı. Kaç kişi çocuğunun böyle bir çene ameliyatı olmasını basit bir karar gibi görebilir? Bir alternatif olabileceği söylense mutlaka bunun ne olduğunu bilmek isteriz. Diş çekimli ortodontik tedavilerde de benzer şekilde…

Peki Mewing Nedir?

Aslında “mewing” (mew’lemek!) yukarıda saydığım maddeleri yapmak diyebiliriz. John Mew’un tedavi prensiplerinden yola çıkarak yüz şeklini geliştirmek isteyen gençler, tedavi edici aygıtlar olmadan, kendi kendilerine saydığım bu maddeleri uygulamaya başlamışlar ve buna “mewing” demişler. Özellikle de 25 yaşa kadar olanlarda birkaç ay içinde sonuç almaya başlayanların fotoğraflarını internette bulabilirsiniz. Ne gibi sonuçlar almışlar? Daha iyi bir profil, dudakların, elmacık kemiklerinin belirginleşmesi, burun profilinde hafif iyileşme, yanaklardaki tombulluğun azalması, çene hattının belirginleşmesi… Bazıları daha iyi nefes alma, daha iyi uyuma, burnun tıkanmaması gibi etkileri olduğunu da iddia ediyorlar. Yine de internette dolaşan bazı fotoğrafların kafanın açısından dolayı yanıltıcı olabileceğini hatırlatmakta fayda var. Mewingin daha ileri yaşlarda işe yarayıp yaramayacağını merak edenler için… John Mew, daha ileri yaşta da mewing yaparak yüzde değişim görülebileceğini ancak bu değişimin çok yavaş olacağını söyledi konuşmasında.

Mewingle ilgili birkaç ipucu da vereyim… Eğer dilinizi damağınızda konumlandırmak, küçüklükten gelen bir alışkanlığınız değilse ilk başta bunu başarmak biraz zor oluyor. Dilin en arkasını ve hatta bazen ortasını bile damağa değdirmekte zorlanabilirsiniz. Nasıl olması gerektiğini daha iyi anlamak için deneyebileceğiniz bir yöntem, yutkunmak. Yutkunma sırasında dilin arka kısmı damağa değecektir. Dilin damağın değmesinin nasıl bir his olduğunu daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir. 

Bunu yapmayı başardıktan sonra yapılabilecek bir hata, dili damağa çok sıkı bastırmak olabilir. Burada amacımız dille damağı itmek değil (Buna hard-mewing de deniyor). Aslında dili olması gereken yerde konumlandırmaktan ve bu sayede damağa destek ya da bir kalıp görevi görmekten başka bir amacımız yok. Bu yüzden dile nerede durması gerektiğini öğrettikten sonra kaslarımız rahat olmalı. Buna rağmen kasların hiç bir zaman tamamen gevşemediklerini de bilelim ki kasların bu yarı kasılı durumuna kas tonusu denir. Dildeki kaslar yeteri kadar güçlüyse dil damağı desteklemekte zorlanmayacaktır. Aslında dilin ne kadar çok basınç yaptığı değil ne kadar uzun süre bu pozisyonda kaldığı daha çok önem taşıyor. 

Dil kısmından çok bahsettim ama dişlerin temasta ya da çok yakın durması, dudakların kapalı olması ve burundan nefes alma kısımları da çok önemli. Bir de tabi bütün vücudun duruşunun nasıl olduğu da önemli. Başın ve boynun hizalanmış olması, sırtın dik olması, pelvisin doğru eğimde olması birbirlerini zincirleme olarak etkileyen unsurlar. (Şu sitede duruş bozuklukları çok güzel anlatılmış, göz atabilirsiniz)

Ayrıca mewing yapanların diğer yüz kaslarını da çalıştırmak için sert sakızlar ya da bu iş için piyasaya sürülmüş özel aygıtlar çiğnediklerini de söyleyelim. (Bir önceki yazımda bundan bahsetmiştim.)

Bana göre çıkarılacak dersler…

Burada verdiğim bilgilerin özellikle çocuklar için çok önemli olduğuna inanıyorum. Duruş bozuklukları küçük yaşta fark edilip henüz büyüme gelişme dönemi kaçırılmadan doğru yönlendirme sağlanırsa birçok ortodontik sorunun önüne geçilebilir. Bunun başta kendine güven olmak üzere çocuğa sunacağı katkılar bana kalırsa paha biçilemez. 

Diğer yandan ideal bir yüz gelişimi, yer darlığı olmayan alt ve üst çenelerin yalnızca genetik etkenlere bağlı olmadığını bilmek, bunlar için dikkat edebileceğimiz etkenleri öğrenmek, çocuklarımızın gelişimlerini bir de bu açıdan gözlemlememizi sağlayan bir farkındalık yaratıyor. Çocuğumuzun uyurken ya da gün içinde sürekli ağzını açık tutmasının ileride yüz gelişimini nasıl etkileyebileceğini bilirsek, bu, çocuğu daha iyi gözlemlememiz için bizi motive edebilir. Sorunların kök nedenlerini bulup çıkarmak ve çözmek açısından da bize fayda sağlar (sık üst solunum yolu hastalıkları geniz eti, alışkanlıklar, yanlış yutkunma gibi nedenler olabilir.)

Ayrıca yüz gelişimin desteklenmesi için doğru duruş kadar, o duruşu sağlayan kasların güçlü olmasının payı olduğu da bence önemli bir bilgi. Daha sert, doğal işlenmemiş gıdalar içeren bir diyet hem besin zenginliği ile gelişimi destekleyecek hem de kasların güçlenmesine direkt katkı sağlayacaktır.

Faydalanabileceğiniz bazı kaynaklar

John Mew’un kendisi gibi ortodontist olan oğlu Mike Mew’un doğru duruş, doğru yutkunma ve benzer konularda birçok videosunun bulunduğu “Orthotropics” adlı Youtube kanalına bakabilirsiniz. 

Mewing etiketiyle aramalar yaparken Instagram’da rastladığım, ortotropik tedaviler uygulayan Aişe Cemile Cansız’ın instagram hesabına göz atabilirsiniz. Özellikle hikayelerinde kendi kızından uyurken çektiği, emzik kullanımıyla ilgili videoları bu yaşta çocukları olanlar için önemli bence. 

John Mew’un kendi sitesinde  konuyu farklı açılardan ele alan birçok yazısını bulabilirsiniz. 

Bence Steven Lin’in ortodontik tedavilerin tarihsel gelişimi içerisinde, John ve Mike Mew’un tedavi yaklaşımını anlatan şu yazısı da keyifli bir yazı. 

Dipnot: Ortotropik tedavi, bu yaklaşımda ortaya atılmış ilk tedavi şekli değil. John Mew’un da referans gösterdiği başka ortodontistler de elbette bu fikirlerin oluşmasında daha önce öne sürdükleri teorilerle katkıda bulunmuşlar. Günümüzde bioblok olarak adlandırılan ortotropik ağız içi apareyler dışında kasların doğru çalışması, doğru yutkunma, doğru nefese yönlendirmeyi amaçlayan başka alternatif uygulamaların da ortaya atıldığını belirteyim (Myobrace, DNA aygıtı, ALF aygıtı gibi…)

error: İçerik izinsiz kullanılamaz!