Skip to main content
Category

Biyolojik Diş Hekimliği

Diş Taşı Temizliği Zararlı Mı?

“Diş taşlarını temizletmek zararlı diyorlar”,  diş hekimlerinin en sık duydukları sözlerden biridir herhalde. Durup dururken dişe işlem yapılması doğru değil, evet. Ancak bir kez dişlerin üzerindeki birikintiler tükürükteki minerallerle taşlaştığında onları oradan fırçayla uzaklaştırmak mümkün olmuyor. Bazen hastalar kendiliğinden kırıldığını söylüyorlar ancak bu durumda da geride tertemiz bir yüzey kalmıyor tabi.

Bu taşların içinde neler var? Mineraller, protein-polisakkarit kompleksleri, epitel hücreleri, lökositler ve mikroorganizmalar… İçeriğe dikkat edin… Bu yapıyla direkt komşulukta olan diş etinde elbette iltihabi bir yanıt gelişiyor. Gerek mikroorganizmaların direkt aktivitesinden gerekse iltihabi yanıt sonucu oluşan yıkıcı enzimlerden dolayı dokuda hasar meydana geliyor (1). Bu hasarı direkt gözle görmek mümkün… Aşağıda diş taşı kaldırıldığında hemen altından çıkan diş etinin görüntüsü yer alıyor. Hiç diş etine dokunulmadan, yalnızca taş uzaklaştırıldığında görülen tablo bu… 

Diş eti iltihabının diş kaybına varan ciddi sonuçları olabilir ancak sorun yalnızca ağız içinde sınırlı kalmayabiliyor. Diş eti iltihabının, kalp hastalıkları, diyabet, düşük doğum ağırlıkları, romatoid artrit ve daha birçok sistemik sorunla ilişkisi olabileceği düşünülüyor. Bunun nedeniyle ilgili farklı teoriler var. Birine göre hastada bu sorunlara bir yatkınlık var ve bunlar birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkıyor. Başka bir teoriye göre ise diş etindeki bu iltihaptan kaynaklanan sinyaller (sitokinler vb.) dolaşım yoluyla tüm vücuda yayılıyor. Üçüncü bir teori bakterilerin kendisinin dolaşıma katılıp sorun yarattığını söylüyor ki kalp krizi geçirenlerden alınan pıhtılarda bu bakterilere rastlandığını gösteren çalışmalar var. Dördüncü bir teoride ise bakterilere karşı üretilen antikorlar “moleküler benzerlik”ten dolayı vücudun kendisine saldırıyor (2). Bütün bunlar size başka bir tabloyu hatırlattı mı? Bana bu durum hep “sızıntılı bağırsak” ve sonucunda gelişen olayları çağrıştırır. O zaman bir nevi “sızıntılı diş eti”nden bahsedebiliriz sanki değil mi? 

Baştaki soruya dönecek olursak… Diş taşlarınızı temizletirken dişlerin bir miktar çizilme ihtimali olabilir (bu temizliğin nasıl yapıldığıyla da biraz alakalı). Ancak temizletmemenin verdiği zarar bununla kıyaslandığında kat kat fazla. Taş oluştuysa bunu fırça-macun, karbonat, vb. yöntemlerle tamamen temizleyemiyoruz. Dediğim gibi taşların bir kısmı gitse bile geride kalan yüzey pürüzsüz olmayacağı için sorun tamamen çözülmeyecektir. Bu yüzden dişlerin özel aletlerle tamamen temizlenmesi gerekiyor. Bir de bu temizliğin size 6 ay taşsız kalacağınızın garantisini vermeyeceğini bilmeniz gerek. Bakteri plağının taşlaşması 24 saat gibi kısa bir sürede bile olabiliyor. Bu süre tükürüğün yapısı ve mikrobiyomla ilgili bazı faktörlere bağlı olarak kişiden kişiye değişebiliyor. Ama sonuç olarak yapılan temizliği koruma görevi sizde. 

Peki nasıl koruyabiliriz? Kısa yöntem: diş fırçası ve diş ipi kullanarak. Doğru fırçalayıp diş ipi yaptığınızda dişlerin yüzeyindeki plak birikimini önlemiş olduğunuz için diş taşı oluşumunu kontrol altında tutabilirsiniz. Ancak olaya daha bütünsel bakan ve sadece ağız ve diş sağlığına değil bütün vücuda faydası olacak bir yöntem daha var: Sağlıklı beslenmek! 

Çürük ve diş eti hastalıklarının ortaya çıkma nedenini açıklamaya çalışan “Ekolojik Plak Hipotezi”ne göre, çevresel koşullarda gelişen bir değişiklik, dental plak mikroflorasının dengesinde bozulmaya yol açarak hastalığı getirebilir (3). Bu değişikliği yaratmada en bilindik olağan şüpheli, aşırı işlenmiş karbonhidrat tüketimi. İşlenmiş gıdalardan uzak bir beslenme şeklinde, alınan doğal kompleks karbonhidratların oluşturduğu asit, tükürüğün tolere edebileceği seviyededir. Ama sık sık işlenmiş basit karbonhidratlar tüketilmeye başlanırsa, oluşan asidik ortam çürük yapan bakterilerin rahatça yaşayabildiği, koruyucu bakterilerimizin ise dayanamadığı bir ortama dönüşecektir. Diş eti sağlığı için de durum benzer… Hem işlenmiş karbonhidratların yapışkan yapısı hem de diş eti oluğu sıvısının profilinin değişmesi plak birikimini artırır. Artan birikimin yarattığı metabolik değişiklikler redoks potansiyelini azaltır (elektron alma potansiyeli), pH yükselir ve daha önce sayıları az olan hastalık yapan bakterilerin çoğalması için uygun ortam oluşur. Bunlara bir de kişinin savunma sistemindeki yetersizlik de eklenirse ki sık sık şekerli gıdalar tüketmek dolaylı yoldan burayı da etkileyecektir, o zaman patojen mikroorganizmaların ağırlık kazanması daha da kolay olacaktır. Kan şekerinin sürekli yüksek seyretmesi de oksidatif stresi artırır ve başka bölgelerde olduğu kadar diş etlerinde de enflamasyonu tetikler (4)

Diyetle ağız diş sağlığı ve sistemik hastalıkların ilişkisini inceleyen bir makaleden aldığım aşağıdaki çalışmalar, günümüzün aşırı işlenmiş karbonhidrat tüketimiyle gelişen hastalıklarıyla diş eti hastalıkları arasındaki ilişkiyi görebilmek için birkaç örnek:

“Anormal kan şekeri metabolizması sonucu gelişen diyabetle periodontal hastalık göstergeleri arasında, hem çocuklarda hem yetişkinlerde yapılan çalışmalarda bir ilişki tespit edilmiş  (Tsai et al., 2002; Lalla et al., 2006). Kan şekeri seviyesini düşürdüğü bilinen fiziksel aktivite, yetişkinlerde yıkıcı periodontal hastalık gelişme riskini azaltmış (Merchant et al., 2003).  Fermente olabilen karbonhidratların aşırı tüketiminin bir göstergesi olan obezite, periodontal hastalık riskinde artış olmasıyla doğru orantılı bulunmuş (Perlstein and Bissada, 1977; Saito et al., 1998, 2005; Alabdulkarim et al., 2005; Dalla Vecchia et al., 2005; Reeves et al., 2006). (5)”

Aynı makalede diş ve diş eti sorunlarının aslında ileride gelişebilecek sistemik hastalıklar için bir alarm zili olabileceği vurgulanıyor. Günde 50 gramlık sükrozlu bir içeceğin diş eti cebi derinliğini yalnızca 4 günde artırdığı (Cheraskin et al., 1965), işlenmiş karbonhidratların diyetten çıkarılmasının ise diş eti kanamasını birkaç hafta içinde azalttığı, diğer yandan sistemik kronik hastalıkların gelişmesinin yıllar aldığı, bu açıdan diş ve diş eti sorunlarının sistemik kronik hastalıkların bir habercisi gibi görülmesi gerektiği söyleniyor. 

Başka bir yazıda diş taşı oluşumunu kolaylaştıran sistemik faktörlerden bahsedelim. Şimdilik bu yazıyı kısa bir özetle bitirelim: Diş taşı bir kez oluştuğunda diş eti iltihabının ilerlememesi için temizlik yapmak zararlı değil, aksine gerekli. Sonrasında ise temizlenmiş dişleri koruma görevi kişinin kendisinde. Bunun için hızlı yöntem, etkili bir fırçalama ve diş ipi alışkanlığı. Diğer yandan da diş eti iltihabını ileride oluşabilecek kronik sistemik sorunların bir göstergesi olarak görüp hemen beslenmeyi gözden geçirmek ve işlenmiş, basit karbonhidratların miktarını ve yenme sıklığını azaltmak, atılması gereken en önemli adım. 

Beslenmenin ağız-diş sağlığında ne denli öneme sahip olabileceğine dair sevdiğim başka bir yazım “Fırçasız, Macunsuz, Taş Devrinde Ağız Sağlı”ydı. Buradan okuyabilirsiniz…

Kaynaklar:
  1. https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/08959374940080022001
  2. https://onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1111/j.1469-0691.2007.01798.x
  3. https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/0022034517735295
  4. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/28266114
  5. Hujoel, P. (2009). Dietary Carbohydrates and Dental-Systemic Diseases. Journal of Dental Research, 88(6), 490–502. doi:10.1177/0022034509337700 

Kompozit Dolgulardaki BPA

Kompozit Dolgulardaki BPA

Amalgam dolguların zararlarından bahsettiğimizde haklı olarak akla gelen soru “Amalgam yerine ne yaptırmalıyız? Kompozit dolgular çok mu masum?” oluyor. Bu soruyu soranlar, kompozit dolgulardaki Bis-GMA, UDMA, Teg-DMA gibi korkutucu adlara sahip içeriklerden haberdar olan, kompozit dolguların BPA yükünü artırabileceği kaygısını taşıyan insanlar. BPA’nın sorunlu olmasının sebebi vücutta östrojenik aktivite göstermesi. Bu ise erken ergenlik, sperm sayısının azalması, üreme organlarının fonksiyonlarında bozukluk, obezite, cinsiyete özgü davranışların değişmesi, meme, yumurtalık, testis ve prostat kanseri riskinde artış gibi sağlık sorunlarıyla ilişkilendiriliyor (1)

Birçok farklı kaynaktan BPA alıyoruz. Hatta “BPA-free” (BPA içermez) etiketli plastiklerin bile BPA gibi ve bazen ondan da fazla östrojenik aktiviteye yol açtığı görülmüş (2). Özellikle de bu ürünler ısıya maruz kaldıklarında…Geçen sene çıkan bir haberde, ülkemizdeki bütün sofra tuzlarında (deniz, göl ve kaya tuzları dahil) plastik parçalarına rastlandığını okumuştuk (3). Yani BPA ve benzeri etki gösteren plastikler hayatımızın birçok alanına sızmış durumda.

Peki kompozit dolgular, aldığımız BPA’nın ne kadarını oluşturuyorlar ve maruz kalınan miktarı azaltmak için dolguların yapılması sırasında nelere dikkat edilebilir? Araştırmalardan örneklerle bu sorulara cevap bulmaya çalıştım. Ancak kompozit yaptırın ya da yaptırmayın türünden bir cevap bekleyenleri boşuna yormayayım. Kısaca özetleyecek olursam, şu andaki genel kanı, kompozitlerden gelen BPA’nın günlük hayatta aldığımız BPA’ya göre çok düşük miktarda olduğu, ancak uzun dönemde birikime katkısı olma ihtimalinin varlığı yönünde. Araştırmalara kendileri bakmak isteyenler yazının devamını okuyabilirler.

 

Avrupa Komisyonu Raporuna Göre…

https://publications.europa.eu/en/publication-detail/-/publication/51f337b9-05f1-11e6-b713-01aa75ed71a1/language-en 

Avrupa Komisyonu, medikal malzemelerdeki BPA’ya yönelik raporunda diş hekimliği malzemelerinden gelen BPA’nın ilk 24 saatin öncesinde 140-200 mcg/kg/gün, uzun dönemde ise 2-12 mcg/kg/gün olduğunu söylemiş. Uzun dönemde maruz kalınabilecek dozun, EFSA’ya (European Food Safety Authority) göre şu an için güvenli kabul edilen 4 mcg/kg/gün dozun altında kaldığını belirtmiş. Ancak aşağıdaki araştırmalarda konunun bu kadar kesin olmadığını göreceksiniz…

 

CLARITY-BPA Çalışması

ABD Ulusal Çevre Sağlığı Enstitüsü, Ulusal Toksikoloji Programı ve FDA, akademik laboratuvarlarla birleşerek BPA konusunda düzenlemeler yapabilmek amacıyla bir ortak çalışma yürütmüşler (CLARITY-BPA)(5) . Bu çalışmanın beyin ve davranışları inceleyen ayağında ulaşılan şu sonuçlar kaygı verici:

“ Yaşa ve cinsiyete bağlı östrojen reseptörlerinin ortaya çıkması, beyine özgü ve davranışsal eşey ayrılığının (cinsiyetlerin) ortadan kalkması dahil, nöroendokrin gelişimin bozulduğuna dair kanıtlar; gelişim zamanında maruz kalınan BPA’nın […] ‘güvenli’ kabul edilen dozların altında bile olsa, beyin ve davranış değişikliklerine katkıda bulunduğu görüşünü destekliyorlar.”

Yani birkaç sene içinde, şu anda sorun oluşturmayacağı düşünülen dozların aslında sorun oluşturabildiği bilgisiyle karşılaşabiliriz. 

Güvenli kabul edilen dozlarla ilgili bu genel görüşlerden sonra diş hekimliği alanında yapılan çalışmalara bakalım.

 

Dolgu öncesi ve sonrası tükürük ve kandaki BPA

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/10649872

Daha önce kompozit dolgusu ya da fissür örtücüsü olmayan 40 yetişkinden bazılarının bir, bazılarının dört dişine fissür örtücüler uygulanmış. Katılımcılardan işlemden hemen önce ve işlemden sonraki 1. ve 3.saatlerde ve 1., 3. ve 5. günlerde tükürük ve kan örnekleri alınmış. Sonuçlar şöyle: 1. ve 3. saatlerde alınan tükürüklerden bazılarında BPA tespit edilmiş. Daha sonraki ölçümlerde tükürükte BPA tespit edilememiş. Kandan alınan örneklerin hiçbirinde BPA tespit edilememiş. BPA kana geçiyorsa bile bu çalışmaya göre tespit edilemeyen oranlarda olabilir diye yorumlamışlar.

 

Dolgu Maddelerinin Östrojenik Aktivitesi

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/11145352

Kompozit dolgularda aslında teknik olarak BPA’nın kendisi değil, BPA’dan üretilen başka maddeler bulunuyor. Bis-GMA da bunlardan biri. BPA’dan Bis-GMA elde edilmesi sırasında, işlem görmemiş BPA’nın da kompozitin içerisinde kalmış olabileceği ve östrojenik aktiviteye sebep olabileceği düşünülüyor. Yapılan bir çalışma bu aktiviteyi ölçmeyi amaçlamış. 3 fissür örtücü ve 5 dolgu yapıştırılmasında kullanılan ajan incelenmiş. Hiçbirinde BPA bulunamadığı halde iki fissür örtücünün östrojenik aktivite gösterdiğini saptamışlar. Bu fissür örtücülerde BPA yerine BPA-DMA diye yine östrojenik aktivite gösterdiği bilinen başka bir ajan varmış ve sorumlunun bu madde olduğu düşünülmüş. Ancak bu çalışmada bir ayrıntı var: Kullanılan malzemeler polimerize edilmemiş, yani reaksiyona girip kimyasal bağlar oluşturmamışlar. Bu yüzden de serbest haldeler. Dolgular, fissür örtücüler ağızda bu şekilde bulunmuyorlar. Işık verildiğinde reaksiyona girip sertleşiyorlar. O yüzden bu çalışmanın gerçek durumu ne kadar yansıttığı tartışılabilir. 

 

Kompozit dolgusu olan ve olmayanlardaki BPA

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/28181074

Ağzında 6 veya daha fazla sayıda yüzeyi olan kompozit dolgular bulunan 20 kişiyle hiç kompozit dolguları bulunmayan 20 kişinin tükürüklerindeki BPA karşılaştırılmış. Kompozit grubundan 8 kişide BPA tespit edilirken kompoziti olmayan gruptan 3 kişide BPA tespit edilmiş. Ayrıca bağlı olmayan BPA oranı kompozit grubunda daha yüksekmiş. 

 

Lab. ortamında uzun dönem sonuçları

https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0109564118312004 

Bu çalışmada sekiz farklı kompozit dolgu markasından elde edilen küçük bloklar, su, yapay tükürük ve etanol solüsyonları içinde bekletilerek uzun dönemde bunlardan açığa çıkan monomer miktarları incelenmiş. Dolgu markalarına ve kullanılan solüsyona göre BisGMA, HEMA ve UDMA gibi bazı monomerlerin 52 hafta sonra bile solüsyona sızmaya devam ettikleri görülmüş. Araştırmacılar, monomer salınımının kısa dönemde risk taşımayabileceği düşünülse bile uzun dönemdeki birikim ihtimalinin değerlendirilmesi gerektiği konusunda uyarmışlar. 

Yukarıda çalışmada böyle sonuçlar elde edilmiş olsa da başka makalelerde ağız içinde ve laboratuvar ortamında yapılan çalışmaların birbiriyle çelişebildiği de belirtilmiş. (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/31193754, https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC5445714/?tool=pmcentrez). 

 

Tükürük, idrar ve kanı baz alan çalışmalar 

https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/31075949 

20 Farklı klinik çalışmanın dahil edildiği kapsamlı bir incelemede, çoğu çalışmada kompozit dolgu ve fissür örtücü uygulamalarından sonraki 1. saatte tükürükte BPA miktarında artış tespit edildiği görülmüş. Uygulamalardan 1 hafta sonra BPA seviyeleri düşüş göstermiş. Bazı çalışmalarda bu artış 2-42 ng/mL kadar bulunurken, 120-931 ng/mL gibi daha yüksek miktarlar tespit eden çalışmalar da olmuş. Özellikle de uygulanan yüzey sayısının 6’yı geçtiği durumlarda tespit edilen BPA oranları daha da fazla artış göstermiş. Bir çalışmada, uygulamadan sonra ağzın çalkalanmasının BPA oranını düşürdüğü gösterilmiş. Yalnızca iki çalışmada kan serumunda ölçüm yapılmış ve bunlarda BPA seviyesinde artış bulunmamış. Ancak kan örneklerinden immün ve böbrek fonksiyonlarını değerlendiren başka iki çalışmada immün fonksiyonun 6. ve 12. ayda değiştiği ve bunun, B hücresi aktivasyonu, monosit ve nötrofil fonksiyonlarında değişiklik şeklinde ortaya çıktığı, 5. yılda bir değişiklik gözlenmediği belirtilmiş. Böbrek fonksiyonlarında değişiklik izlenmemiş. İdrar örneklerini değerlendiren çalışmalarda, tükürükteki kadar olmasa da idrarda BPA artışına rastlanmış. 

Kompozit dolgu ve fissür örtücü yaptıracaklara tavsiyeler

Yukarıdaki araştırmada, günlük yaşantımızda maruz kaldığımız BPA’ya bir de dolgulardan eklenecek olan BPA miktarını minimuma indirebilmek için şu önerilerde bulunulmuş:

  • Uygulanan dolgu maddesinin içeriğine dikkat edilmeli çünkü bazı monomerlerin östrojenik aktivitesi diğerlerinden daha fazla (örneğin Big-GMA, Bis-DMA’ya göre daha iyi). Dolgu maddelerinin içinde birden çok monomer kullanıldığı için bu kararı vermek zor olacaktır diye eklemişler. Dolguların güvenlik verilerinin olabildiğince açık yazılması gerektiğini söylemişler. (Maalesef böyle değil!)
  • Dolgu ve fissür örtücüler rubber dam (lastik örtü) kullanılarak yapılmalı.
  • Dolgu yapımı sırasındaki en son basamakta, oksijenle bir araya gelerek polimerize olmayan tabakayı engellemek için bu aşamada gliserin jel kullanılmalı. Buna alternatif olarak dolgu yüzeyinin güzelce cilalanması veya 30 sn. boyunca suyla yıkanması da düşünülebilir. 
  • Hasta dolgu yapıldıktan sonra 30 sn. boyunca ağzını çalkalamalı.
  • Işıkla sertleşen kompozitler kendi kendine sertleşenlere tercih edilmeli. 
  • BPA’nın yüksek östrojenik ve teratojenik (embryo veya fetüsün gelişimini etkileyebilecek) aktivitesinden dolayı çocuklarda, ergenlik dönemindeki gençlerde ve hamilelerde daha da dikkatli olunmalı. Hamilelerde aciliyet yoksa tedavi ertelenmeli ve özellikle de ilk 3 ay tedaviden kaçınılmalı. 
  • Bir seansta mümkün olduğunca az dolgu veya fissür örtücü yapılmalı.

Bunlardan ne sonuç çıkarabiliriz?

Gördüğünüz gibi birçok çalışmada dolgu yapıldıktan bir süre sonra tükürükte BPA tespit edilemiyor. Ancak laboratuvar ortamında yapılan çalışmalarda dolguların kimyasal reaksiyonlarını tamamlamalarından 1 sene sonra bile içlerindeki monomerlerin, bulundukları sıvılara salınabildiği görülüyor. Yani salınım çok düşük, tespit edilemeyecek kadar düşük olsa bile uzun süre ağızda kaldığında vücutta birikime yol açıyor olabilir.  BPA’nın tek kaynağı kompozit dolgu ve fissür örtücüler olmadığı için bu birikim günlük hayatta alınan BPA’ya eklenebilir. Güvenilir kabul edilen dozlardaki belirsizlik de dikkatli olmamızı gerektiriyor.

Kompozit dolguları kötülemek gibi gizli bir ajandam olmadığını da belirtmek istiyorum. Kompozit dolgular çok daha uygun fiyata, esnek ve diş yapısını koruyan tedavi seçenekleri sunuyorlar. Estetik olarak oldukça güzel sonuçlar veriyorlar. Bu yüzden gönül rahatlığıyla yapabilmeyi ben de isterim. Ancak verilere bakarken mümkün olduğunca tarafsız kalmak zorundayız.

Ne yapmalı?

Kompozite alternatif olabilecek malzemelerden artıları eksileriyle başka bir yazıda bahsedeceğim. Ancak öncelikle kompozit dolgulardaki bu şüpheden dolayı dolgu yaptırmaktan vazgeçmeden önce günlük hayatta başka kaynaklardan BPA alıp almadığınızı sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Bir kez dişe dolgu yapılmasını gerektirecek duruma gelinmişse elimizdeki malzemelerden bir seçim yapmak zorundayız. Ama su alırken plastik şişe seçmek zorunda değiliz, mutfakta plastik kap kullanmak zorunda değiliz. O yüzden önce bu BPA kaynaklarını sıfırlamaya çalışmak iyi bir strateji olabilir. 

Kompozit dolgu yapılması sırasında yukarıda bahsettiğim önlemlere dikkat edilmesi, en azından başlangıçta maruz kalınan, nispeten daha yüksek olan miktarı azaltabilir. 

Ve bizim için geç olsa bile en azından çocuklarımız için, kendi sağlıklı dişlerini korumak aslında herhangi bir malzemenin beraberinde getirdiği şüpheleri bertaraf etmek için atılabilecek en iyi adım. Bunun için de her şeyden önce işlenmiş yiyeceklerden uzak, doğal ve zengin bir beslenme geliyor. Gerek gelişme çağında sağlam bir diş yapısı kazanmaları, gerek dişler sürdükten sonra asit saldırılarına karşı koruyabilecek minerallerden zengin bir ortam sağlanabilmesi, gerekse dost mikroorganizmaların baskın olduğu sağlıklı bir ağız mikrobiomu için sağlıklı beslenme ve beraberinde tabi ki güneş ışığı, uyku ve hareketin olduğu bir yaşam tarzı onlar için ilk hedefimiz olmalı. Daha sonra elbette doğru fırçalama ve diş ipi…

Kanal Tedavisi Tartışması

Kanal tedavili dişlerin kronik hastalıkların altında yatan nedenlerden biri olabileceğini iddia eden Root Cause belgeseli, kanal tedavileri konusunda alevli bir tartışma yarattı. Bu iddialar aslında yeni değil, temeli 1900’lerin başında Weston Price’ın yaptığı deneylere dayanıyor. W. Price, kanal tedavili dişleri çekip tavşanların derilerinin altına yerleştirdiğinde, dişin çekildiği kişide hangi sorunlar varsa tavşanlarda da bu sorunların geliştiğini gözlemlemiş. Price’ın çalışmaları çok eski olduğu için steril ortamda yapılmamış olabileceği şeklinde eleştirilmiş ancak tartışmalar son bulmamış.

Kanallar neden sorunlu olabilir?

  • Birincisi, kanal yapısı çok değişkenlik gösterebildiği için mükemmel temizlenmeleri çok zor. Örneğin büyük azı dişleri “çoğunlukla” üç kanallı, bilemediniz 4 kanallı kabul edilip tedavi edilir. Halbuki bunların dışında birbiriyle bağlantı yapan, dallanan başka kanallar olabiliyor.  Aşağıdaki fotoğrafta kanalların bu karışık morfolojileri boyayla gösterilmiş.

  • İkinci ve asıl sorun ise dişin yapısını oluşturan binlerce mikrotübül. Ana ve yan kanalları mükemmel şekilde temizlesek bile dişin kendisi binlerce incecik kanalcıktan oluşuyor. Canlı bir dişte bu kanalcıkların içlerinde bir sıvı akışı bulunuyor. Kanal tedavili, ölü bir dişte ise bu ortadan kalkıyor. Bu alan mikroorganizmaların yerleşebileceği ideal bir ortam haline dönüşüyor. Mikrotübülleri gözünüzde canlandırabilmeniz için aşağıda bir çizim paylaştım. 

Aşağıdaki fotoğrafta ise mikrotübüllerin ve içlerindeki mikroorganizmaların elektron mikroskobu görüntüleri yer alıyor.

  • Gerek ana ve yan kanalların, gerekse mikrotübüllerin içindeki bu mikroorganizmalar, metilmerkaptan ve thioeter gibi gazlar üretebiliyorlar. Bu gazların bağışıklık sistemini uyararak verilen yanıtın sistemik olmasına yol açtığı düşünülüyor (1)

Yapılan bazı çalışmalar kanal tedavili dişlerin vücutta hastalıklara yol açabildiklerini düşündürüyor. Örneğin kalp krizi geçiren 101 hastadan alınan pıhtılar incelenmiş ve %78,2’sinde kanal tedavili dişlerde bulunan bakteriler olduğu görülmüş (2). Ayrıca bu trombüslerdeki bakteri DNA’ları, hastaların kanlarında bulunanlardan 16 kat fazlaymış.

Ancak kanal tedavisi konusunda direkt bir karara varmadan önce bazı başka noktaları da göz önünde bulundurmak gerekiyor. 

Kanal Tedavisi ve Başarısız Kanal Tedavisi 

Kanal tedavisi ve sistemik hastalıklarla ilgili yapılan araştırmaların çoğunda köklerinin ucunda kronikleşmiş iltihabi alanlar bulunan kanal tedavili dişler kullanılmış. Röntgende “başarılı” görünen kanal tedavili dişler değil… Yukarıda örnek verdiğim araştırma bunlardan biriydi. 

Mikrotübüllerin temizlenememesi ve doldurulamaması olayı, başarılı görünen kanal tedavileri için de geçerli olsa bile bunlarla ilgili yayınlanmış pek çalışma yok.

Başarılı Kabul Edilen Kanallar Gerçekten Başarılı Mı?

Klasik diş hekimliğinde kanal tedavili dişin durumunu yorumlamak için röntgene başvurulur. Son yıllarda tomografi görüntüleriyle kıyaslandığında röntgenlerin bu patolojileri tespit etmede çok yetersiz kaldığı anlaşıldı. Bu yüzden röntgende “başarılı” görünmesi kanal tedavisinin sorunsuz olduğu anlamına gelmeyebilir. 

Soldaki ve sağdaki görüntüler aynı dişe ait. Soldaki röntgen görüntüsü dişin sorunsuz olduğunu düşündürebilir. Oysa sağdaki tomografide kökün ucundaki iltihaplı alanı rahatlıkla görebiliyoruz.

Aşağıdaki çalışmada(3) sistemik hastalığı olan ve olmayanların kanal tedavileri kıyaslanmış. Diyor ki: “Sistemik hastalığı olan 98 kişilik grupta, sayılan bütün kanal tedavilerinin %95’inde kronik lezyon da tespit edilmiş (tomografi kullanılmış). 

Aynı çalışmada, sağlık sorunu olmayan kontrol grubundaki kanal tedavileri de pek iç açıcı çıkmamış: 631 tomografide tespit edilen 656 kanal tedavili dişin 444’ünde kök ucunda kronik iltihap varmış. “Başarısız” kanal tedavilerinin oranının yüksek olması büyük ihtimalle teşhiste tomografi kullanılmış olmasından kaynaklanıyor. 

Yani sistemik hastalıklarla ilişkilendirilen kanal tedavileri başarısız olan kanal tedavileri olabilirler ama bunların oranı sandığımızdan daha yüksek olabilir. 

Hangisi Başlattı?

Sistemik hastalığı olanlarda daha fazla kronik iltihaplı kanal tedavisi görüldüğüne dair daha birçok çalışma mevcut (4, 5, 6, 7). Ama bu ilişkiden yola çıkarak bu sorunlara kanal tedavisi sebep olmuştur diyebilir miyiz? Yoksa bu hastalıkların görüldüğü kişilerde kanal tedavisinin başarısız olmasına yol açacak bir zemin mi var? Sistemik hastalıklara yol açan durum her neyse kanal tedavisinin başarısız olmasına da mı yol açıyor?

Köklerin ucunda bu tarz bir lezyon oluşmasının genetik yatkınlıkla ilgisi olabileceğine ilişkin çalışmalar var (8, 9). Fotodaki çalışmada klinik olarak başarısız olan kanal tedavilerinin olduğu insanlarda iltihabi yanıtları artıran türde bir genetik değişiklik gözlenmiş.

Sonuç olarak?

Şimdilik yazıyı daha fazla uzatmamak için kısaca yorumumu yazarak bitirmek istiyorum. Kanal tedavili dişlere yakından baktığımızda vücutta çok barındırmak isteyeceğimiz türde bir ortam olmadıklarını görebiliriz. Diğer yandan elimizdeki verilerle “Kanal tedavileri herkeste hastalıklara yol açar” da diyemiyoruz. Hani bazı insanlar sigara içer, doğru düzgün uyumaz, kötü beslenir ve siz bu konuların hepsine titizlikle yaklaşırken, o kişiden daha sağlıksız hissedersiniz ya… Kanal tedavilerinde de benzer bir durum olabilir. Kişi kanalın yol açabileceği sorunları kontrol altında tutmayı başaran avantajlı bir yapıya sahip olabilir. Veya henüz herşey bir araya gelmemiştir! Bardak taşmamıştır… Bilemiyoruz. Bazı biyolojik diş hekimleri kesinlikle bütün kanal tedavili dişlerin çekilmesinden yanalar. Yalnızca diş hekimleri değil, onkolog, kardiyolog ve başka branşlardan doktorlar arasında da yine bu görüşü savunanları bulmak mümkün. Diğer yandan, henüz noktayı koyamayacağımızı düşünen, daha fazla araştırma yapılması gerektiğine inanan hekimler de var. Amalgam dolgular ve flor konusunda tavrı çok net olan IAOMT (Uluslararası Ağız Sağlığı ve Toksikolojisi Akademisi) de kanal tedavileri konusunda net bir öneride bulunmuyor.

Bu yüzden kanal tedavisi yapılıp yapılmamasına, kanallı dişlerin çekilip çekilmemesine karar vermek için hastanın genel sağlık durumunun, beklentisinin, yerine yapılacak işlemlerin, dişin yalnızca röntgen değil tomografi görüntülerinin vb. birçok faktörün değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca hastaya bu konudaki bilgilerin aktarılmasının ve işlem yapılmadan onayının alınmasının gerektiğine inanıyorum. 

Tabi bundan da önemlisi canlı dişlerin sağlığını korumak! Bunun için toplumun özellikle beslenme konusunda bilinçlendirilmesi, düzenli kontrole gitmenin toplumda alışkanlık haline getirilmesi, dişlerin kanal tedavisi noktasına gelmemesi için hastaların erken teşhisi sağlayabilecek belirtiler konusunda eğitilmesi ve rejeneratif tedavilere daha fazla şans verilmesi gibi önlemler alınabilir. Gerek olmayan yerlerde kanal tedavisinden mümkün olduğunca kaçınılabilir (Örneğin estetik amaçla kaplanacak çapraşık bir diş, kanala gideceği öngörülüyorsa, ortodonti ile tedavi edilebilir.) 

İlerleyen günlerde bütün bu bahsettiğim önlemlerle ilgili daha detaylı bilgiler paylaşmaya çalışacağım…

Sağlıcakla!

 

Kaynaklar
  1. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/25864743
  2. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/23418311
  3. https://www.omicsonline.org/open-access/impact-of-endodontically-treated-teeth-on-systemic-diseases-2161-1122-1000476.pdf
  4. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3448330/
  5. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC6164509/
  6. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC4856634/
  7. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/26174809
  8. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/21419289
  9. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/29306532 

Soru – Cevap: Amalgam Dolgular Sökülmeli mi?

İnstagram hesabımda bana sıkça sorulan sorulardan biri şu oluyor:

“Amalgam dolgu söktürmek istediğim diş hekimi bunun gerekli olmadığını, sadece ilk dolgu yapılırken ve sökerken cıvanın yayıldığını, halihazırdaki dolgumun bir sağlık sorunu yaratmayacağını, bu konuda bilimsel bir çalışma olmadığını söyledi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

Amalgam dolgu ilk yapılırken ve çıkarılırken en fazla miktarda civa açığa çıkar, bu doğru (Bu yüzden zaten dolgu yapmıyoruz ve yapılmışları çıkarırken önlem alıyoruz). Ama dolgunun içindeki civa çiğneme, fırçalama, diş gıcırdatma, ağız ısısı, korozyon vb. ile de sürekli vücuda karışır. Fotoğrafta 17 farklı çalışmaya göre amalgam dolgulardan alınan günlük civa miktarları görülüyor. Kırmızı çizgiler, Kaliforniya Çevre Koruma Ajansının ve Amerika Çevre Koruma Ajansının belirledikleri referans limitler. Dolgulardan günlük alınan civa oranlarının bu limitlerden çok daha yüksek olduğunu görüyorsunuz. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise civa için kabul edilebilecek minimum güvenli bir doz zaten bulunmuyor.

Yani ağzınızda amalgam dolgular olduğu müddetçe sürekli civaya maruz kalıyorsunuz. Dolgulardan alınan civa buharının %80’inin akciğerler yoluyla vücuda dağıldığı tahmin ediliyor ve bu civa özellikle de beyin, böbrek, karaciğer, akciğer ve gastrointestinal sistemde birikiyor.

Aşağıdaki videoda düşük dozda cıvanın sinir hücrelerinde nasıl bir hasara yol açtığını izleyebilirsiniz. Calgary Üniversitesi’nde yapılan bu çalışmada,  cıvanın,  Alzheimer hastalarının %80’inin beyinlerinde görülen lezyonları açıklayabileceği söylenmiş. Bu hasar alüminyum, kadmiyum gibi başka metaller kullanıldığında ortaya çıkmamış.

Civayla şu hastalıklar arasında tespit edilmiş ilişkiler bulunuyor: Allerjiler, Alzheimer, ALS, antibiyotik rezistansı, kalp hastalıkları, kronik yorgunluk sendromu, böbrek rahatsızlıkları, multipl skleroz, ağız lezyonları, Parkinson, dişeti hastalıkları, depresyon ve kaygı, intihara eğilim, üreme bozuklukları, Otizm, otoimmün hastalıklar (1). Ve duyma güçlüğü, unutkanlık, baş ağrısı, metalik tat, uykusuzluk, koordinasyon bozukluğu, seyirme/titreme, aşırı utangaçlık, sosyal fobi, sinirlilik gibi 250’den fazla semptomla ilişkisi olduğu düşünülüyor(2). Amalgam dolguların sökülmesi sonrasında ALS, kronik yorgunluk sendromu, dermatit, fibromiyalji, MS, ağız lezyonları ve başka sağlık sorunlarında iyileşme olduğunu gösteren çalışmalar çok sayıda. Amalgam sökümüne dair bazı çalışmalarda sökümlerin önlem alınmadan yapıldığını da belirteyim. Bu gibi durumlarda bile yaşanan sorunlar önce artış gösterse de daha sonra ilk haline göre azalmış veya tamamen ortadan kalkmiş.

Ve bunlar işin sadece çalışmalara dayanan kismi…

Kaynaklar
  1. https://iaomt.org/resources/dental-mercury-facts/amalgam-fillings-danger-human-health/
  2. https://iaomt.org/resources/dental-mercury-facts/mercury-poisoning-symptoms-dental-amalgam/

Civa Toksisitesine Karşı Genetik Yatkınlık

Bazı insanlar, yaşadıkları sağlık sorunlarının, amalgam dolguları yapıldıktan ya da gerekli önlemler alınmadan söküldükten sonra başladığını gözlemlerken, diğerleri senelerdir amalgam dolguları olduğu halde kendilerini sağlıklı hissedebiliyorlar.

Tabi ki herkesin sağlıklı olma kriteri farklı olabilir. Vücudu ciddi alarmlar veren biri, bu belirtilerle yaşamaya o kadar alışmıştır ki kendini sağlıklı olarak addediyordur.

Yine de civaya maruz kalan herkeste aynı sorunların görülmediğini söylemek yanlış olmaz. Bazı insanlar civa ya da başka toksinlerle daha kolay baş edebiliyor gibi görünürken, diğerlerinde bu tip toksinler birçok sağlık sorununa yol açabiliyor.

Neden bazı insanlar diğerlerine göre civadan daha fazla etkileniyor? 

Bunun birçok sebebi olabilir: Maruz kalınan toksinlerin miktarı, bu miktarın zaman içerisinde mi biriktiği yoksa bir anda mı maruz kalındığı, aynı anda birden fazla toksine maruz kalınması ve birbirlerinin etkisini kat kat artırmaları, vücutta var olan patojen bakteri toksinlerinin de işin içine girmesi gibi…

Giderek daha çok dikkatleri çeken başka bir sebep ise kişinin genetik diziliminde görülen bazı normalden sapmaların (polimorfizm veya SNP’lerin) o kişiyi toksinlerin etkilerine karşı daha hassas hale getirmeleri.

2015 yılında Amerikan Diş Hekimleri Birliği üyeleri üzerinde yapılan bir çalışmayı anlatan makalenin giriş kısmında şu yoruma yer verilmiş:

“ Cıvanın risk değerlendirmesini yaparken karşılaşılan en büyük zorluklardan biri, benzer cıva miktarlarına maruz kaldıkları halde, […] saçta ölçülen cıva miktarları açısından toplulukların bireyleri arasında çok büyük farklar olması (Canuel ve arkadaşları, 2005).” Yani kişiler aynı miktarda civaya maruz kalıyor gibi görünse de atabildikleri civa miktarları farklı olabiliyor. Devam edelim… “Bireyler arasındaki cıva miktarındaki farkı, maruz kalınan cıvanın kaynağı ve dozu bir derece açıklasa da, cıvanın emilim, dağılım ve atım süreçlerindeki (başka bir deyişle toksikokinetiğindeki) farklılıklar da bu ayrımın oluşmasında önemli bir rol oynuyor olabilir. Cıva toksikokinetiği, örneğin cıvayı taşıyan, oksitleyen veya indirgeyen fonksiyonel enzimlerdeki ve proteinlerdeki değişikliklerden etkilenebilir(Gundacker ve arkadaşları, 2010).” (1)

Woods 2013 yılında 500 çocuk üzerinde yaptığı çalışmanın sonucunda demiş ki:

  • Vücutta metallotionein üretilmesini sağlayan genlerdeki anormallikler (SNP’ler), çocukların civa nörotoksisitesine yatkınlığını artırıyor.

  • Civa ve nörodavranışsal performans arasındaki ilişki en fazla erkek çocuklarda gözlemlenmiş.

  • 2 metallotionein SNP’ine sahip çocuklarda, civanın performans üzerindeki kötü etkisi en yüksek seviyede ölçülmüş. (2)

Şimdi bir de metallotioneinin vücutta ne iş yaptığına bakalım:

Metallotioneinler, sülfhidril grupları içeren çinko, bakır, demir, kadmiyum, civa ve başka metallere bağlanan küçük proteinlerdir (3). Bu özellikleriyle çinko metabolizmasını düzenlemekle birlikte aynı zamanda vücutta doğal şelatör görevi de görürler ve toksik metallerin vücuttan atılmasında rol oynarlar (4).

Metallotioneinlerin görevini daha iyi anlayabilmek için yapılan bir deneyde, araştırmacılar farelerin MT-I ve MT-II genlerini susturmuşlar. Bunun farelerde gelişimsel olarak hiçbir etkisi olmamış gibi görünse de kadmiyum zehirlenmesine karşı daha duyarlı hale gelmişler. Öte yandan MT genlerinin arttırılması ise kadmiyuma dirençlerini artırmış (5).

Kısacası yalnızca bir proteini üreten bir gendeki farklılık bile metallerin ve dolayısıyla civanın atılımını kötü yönde etkileyerek vücudun baş edemeyeceği kadar çok toksin birikmesine yol açabilir.

Daha önce yazdığım “Amalgam Konusu” başlıklı yazımda civa araştırmalarında öne çıkan başka genetik varyasyonları da bulabilirsiniz.

Genetik olarak şanssızsak…

Artık genlerimizin kader olmadığını biliyoruz. Epigenetik bilimi gösterdi ki çevresel faktörler, genlerin nasıl dışa vurulacağı konusunda oldukça büyük rol oynayabiliyor. Vücudunuz için yarattığınız ortam, genlerin açma kapama düğmelerini kontrol edebiliyor. Yedikleriniz, uykunuz, güneş ışığı almanız, doğada zaman geçirmeniz, iyi sosyal ilişkilerinizin olması, doğru nefes almanız gibi birçok etken bu ortamın daha iyi olmasını sağlayabilir. Bunların alakasız olduğunu düşünebilirsiniz ancak her biri vücuttaki biyokimyasal olayların tıkır tıkır yürümesini kolaylaştıran unsurlar.

Tabi vücudun toksinlerle baş edebilme gücünü artırmaya çalışırken, dışarıdan maruz kalınan toksinleri elimizden geldiğince azaltıp bedenin yükünü hafifletmemiz gerektiğini de hatırlayalım…

Woods 2013 yılında 500 çocuk üzerinde yaptığı çalışmanın sonucunda demiş ki:

  • Vücutta metallotionein üretilmesini sağlayan genlerdeki anormallikler (SNP’ler), çocukların civa nörotoksisitesine yatkınlığını artırıyor.
  • Civa ve nörodavranışsal performans arasındaki ilişki en fazla erkek çocuklarda gözlemlenmiş.
  • 2 metallotionein SNP’ine sahip çocuklarda, civanın performans üzerindeki kötü etkisi en yüksek seviyede ölçülmüş. (2)

Şimdi bir de metallotioneinin vücutta ne iş yaptığına bakalım:

Metallotioneinler, sülfhidril grupları içeren çinko, bakır, demir, kadmiyum, civa ve başka metallere bağlanan küçük proteinlerdir (3). Bu özellikleriyle çinko metabolizmasını düzenlemekle birlikte aynı zamanda vücutta doğal şelatör görevi de görürler ve toksik metallerin vücuttan atılmasında rol oynarlar (4).

Metallotioneinlerin görevini daha iyi anlayabilmek için yapılan bir deneyde, araştırmacılar farelerin MT-I ve MT-II genlerini susturmuşlar. Bunun farelerde gelişimsel olarak hiçbir etkisi olmamış gibi görünse de kadmiyum zehirlenmesine karşı daha duyarlı hale gelmişler. Öte yandan MT genlerinin arttırılması ise kadmiyuma dirençlerini artırmış (5).

Kısacası yalnızca bir proteini üreten bir gendeki farklılık bile metallerin ve dolayısıyla civanın atılımını kötü yönde etkileyerek vücudun baş edemeyeceği kadar çok toksin birikmesine yol açabilir.

Daha önce yazdığım “Amalgam Konusu” başlıklı yazımda civa araştırmalarında öne çıkan başka genetik varyasyonları da bulabilirsiniz.

Genetik olarak şanssızsak…

Artık genlerimizin kader olmadığını biliyoruz. Epigenetik bilimi gösterdi ki çevresel faktörler, genlerin nasıl dışa vurulacağı konusunda oldukça büyük rol oynayabiliyor. Vücudunuz için yarattığınız ortam, genlerin açma kapama düğmelerini kontrol edebiliyor. Yedikleriniz, uykunuz, güneş ışığı almanız, doğada zaman geçirmeniz, iyi sosyal ilişkilerinizin olması, doğru nefes almanız gibi birçok etken bu ortamın daha iyi olmasını sağlayabilir. Bunların alakasız olduğunu düşünebilirsiniz ancak her biri vücuttaki biyokimyasal olayların tıkır tıkır yürümesini kolaylaştıran unsurlar.

Tabi vücudun toksinlerle baş edebilme gücünü artırmaya çalışırken, dışarıdan maruz kalınan toksinleri elimizden geldiğince azaltıp bedenin yükünü hafifletmemiz gerektiğini de hatırlayalım…

[/vc_column_text][/vc_column] [/vc_row]

Hamileler, Emzirenler ve Bebek Sahibi Olmak İsteyenlerde Güvenli Amalgam Dolgu Sökümü

“Hamile ve emzirenlerde güvenli amalgam dolgu sökümü yapılabilir mi?”, “Bebek sahibi olmak istiyorum, güvenli amalgam dolgu sökümünden ne kadar süre sonra hamile kalmalıyım?” Bu sorular sık sık aldığım sorular… Bu yazımda bunlara cevap vermeye çalıştım. Bunu yaparken cıvanın atılmasıyla ilgili bazı çalışmalardan da örnekler verdim. Bence bu örnekler yalnızca hamileler, emzirenler ve hamile kalmak isteyenler için değil, amalgam dolgularla ilgili soruları olan herkes için ilginç bilgiler taşıyor. Bu yüzden hem hastaların hem de hekimlerin faydalanabilecekleri bir yazı olduğunu düşünüyorum.

IAOMT (Uluslararası Ağız Sağlığı ve Toksikolojisi Akademisi) amalgam dolguların hastaya, hekime ve yardımcı personele zarar vermeden sökülebilmesi için oldukça detaylı önlemlerden oluşan SMART protokolünü oluşturmuş (Detaylarını ve dikkat edilmesi gereken noktaları bu yazımda anlatmıştım). Bu protokolü inceleyecek olursanız, hastanın cıvaya maruz kalabileceği bütün yolların hesap edildiğini ve buna karşı oldukça titiz tedbirlerin önerildiğini görebilirsiniz. 

Bütün bu önlemlere rağmen IAOMT, SMART protokolüne uyulsa bile asla cıvaya maruz kalınmaz gibi bir iddiada bulunamayacağımızı söylüyor. Akla şu soru gelebilir: Ağzında çok fazla amalgam dolgusu olan birinin her gün dolgulardan aldığı cıva mı daha fazladır yoksa önlem alınarak sökülse bile işlem sırasında maruz kalınabilecek olan cıva mı? Bu soruya cevap vermek güç. Bu, işlem sırasındaki bazı küçük detaylara (rubber-dam’in sızdırmazlığı sağlandı mı, dolgular büyük parçalar halinde mi çıktı, burnu tam kapatan bir oksijen maskesi kullanıldı mı vb.) ve sökümü yapılacak dolgu sayısına ve büyüklüğüne göre değişir büyük ihtimalle. Yine de işlem sırasında gelişebilecek herhangi bir aksaklık ihtimaline karşın, hamile ve emzirenlerde hiç amalgam sökümü yapmamak daha güvenli kabul edilebilir.

Hamile veya emziren birinde amalgam dolgulu bir dişe acil müdahale edilmesi gerekirse?

Elbette dişte, tedavisi ertelenemeyecek bir sorun gelişirse (amalgam dolgunun bir parçasının kırılması ve kalan parçanın yutulma riski olması gibi) hamilelik ve emzirme dönemlerinin bitmesi beklenemez. Bu durumda, yukarıda bahsettiğim SMART protokolünün titizlikle uygulanmasına ek olarak, işlemden itibaren 3-4 gün boyunca annenin sütünü sağıp atması, bunun için de işlemden önce bebeğe bu sürede yetecek kadar sütün sağılıp saklanması öneriliyor (Bu öneriler Chris Shade ve Andy Cutler gibi amalgamın zararları ve şelasyon yöntemleri üzerine çalışan araştırmacılara ait). Bu süre boyunca bebeği ya da artık meme bağımlısı olmuş bir ufaklığı emzirmemek çok güç biliyorum… Ama dişte ağrı gibi ertelenemeyecek bir durum varsa alınabilen bütün önlemleri alarak dolguyu sökmekten başka çare yok…

Şimdi gelelim hamilelikle ilgili ikinci konumuza…

Amalgam dolgular hamile kalmadan en geç ne kadar önce sökülmeli?

Bu konuya ilişkin farklı öneriler var. Örneğin cıva toksisitesi konusunda sadık bir hayran kitlesi olan kimyager Andy Cutler’a göre, ağızdaki amalgam dolgular tamamen çıkarıldıktan birkaç ay sonra, organlarda birikmiş olan cıva, atılmak üzere kana geçmeye başlıyor. Andy Cutler’a göre hamile kalmadan önce cıvanın atıldığı bu dönemin geçmesi beklenmeli ve bu da yaklaşık 18 ay sürüyor (12 ay şelasyon ve 6 ay bekleme dönemi).

Andy Cutler’ın bu iddiası doğru mudur bilmiyorum çünkü kendi yorumundan başka kaynak yok. Ancak tabi ki hamile kalmadan ne kadar uzun süre önce sökülürse o kadar iyi olacağını söylemek herhalde yanlış olmaz. 

Ama bazen bu kadar beklemeye vakti olmayan hastalarımız oluyor. Onlar amalgam dolguları söktürmeden hamile kalsalar daha mı iyi?

Kişisel fikrim, amalgam dolgularla hamile kalıp hem hamilelik hem de emzirme döneminde bebeği her gün dolgulardan gelen cıvaya maruz bırakmaktansa hamilelik öncesi dolgulardan kurtulmanın daha iyi olacağı yönünde. 

Söküm sonrasında, uzun dönemdeki kan ve idrar cıva değerlerini gösteren aşağıdaki çalışma bu fikri değerlendirmemize yardımcı olabilir (1)

Bu çalışmada amalgam dolgu sökümü sırasında bir grup hastaya ağızda lastik örtü (rubber dam) kullanılmış, diğer gruba ise lastik örtü olmadan söküm yapılmış. Lastik örtü, sadece çalışılan dişlerin açıkta kalmasını sağlıyor ve genel diş hekimliğinde dişlerin tükürük ve kan olmadan tedavi edilmesi için kullanılıyor. Amalgam dolgu sökümünde ise amalgam parçalarının yutulmasını engelliyor.  

 

Bahsettiğim çalışmada önlem olarak yalnızca lastik örtü uygulanmış, SMART protokolünün diğer önlemleri alınmamış (Bütün önlemlerin listesine şu sayfadan ulaşabilirsiniz). Söküm öncesinde, sökümden hemen sonra ve devamındaki 1 yıl içerisinde çeşitli zamanlarda hastalardan kan ve idrar örnekleri alınmış.

Kan seviyelerini gösteren aşağıdaki grafiği incelerseniz, lastik örtü kullanılmayan grupta diğer gruba göre cıva seviyesinde çok ciddi bir yükselme olduğunu görebilirsiniz. Sonrasında ise önlem alınanlarda yaklaşık 50 gün içinde, alınmayanlarda ise 50-100 gün arasında kan cıva seviyeleri amalgamların ağızda olduğu dönemdekinden aşağıya iniyor. Kısacası kandaki cıva seviyesinin ortalama 3 ay içerisinde başlangıçtakinden daha düşük ve stabil bir noktaya geldiğini söyleyebiliriz.

Düz çizgi lastik örtü kullanılanları, kesik çizgiler kullanılmayanları gösteriyor.

Bir kez civaya maruz kalındığında, şelasyonla kan seviyeleri azaltıldığı halde 17 yıl sonra bile hala dokularda cıvaya rastlandığını kadavra çalışmalarından biliyoruz (2). Bu yüzden hamilelik öncesindeki amaç, dokularda biriken cıvayı sıfırlamak değil, vücutta dolaşan cıvayı stabil hale getirmek aslında. 

Kandaki cıva seviyelerinin ne kadar sürede azaldığına dair başka bir örnek de 1970’lerde Irak’taki elim kazanın bulgularından geliyor. Irak’taki olayda, çiftçiler kendilerine ekmeleri için dağıtılan ve koruyucu olarak metil cıva içeren (!!!) buğday ve arpayı yemeye başlamışlar. Bundan birkaç ay sonra hastaneler ciddi sağlık sorunlarıyla gelen hastalarla dolmaya başlamış. 

Bu kaza sırasında yapılan bir çalışmada cıvanın kan seviyesinin yarılanması için gereken süre 40 ile 105 gün arasında bulunmuş (3).

Cıva konusunda çalışan başka bir araştırmacı olan Chris Shade’in referans gösterdiği (4) (ama orijinalini bulamadığım) çalışmaya göre ise hassas gruplarda bu süre 120 güne kadar çıkmış. (Bu sürelerin, kan seviyesinin tam olarak eski haline gelmesi için değil, başlangıçta ölçülen miktarın yarılanması için gereken süreler olduğunun altını çizmek istiyorum.) 

Sağdaki grafikte zehirlenenlerden bazılarında civanın kanda ölçülen yarılanma ömrünün 120 güne kadar çıkabildiği görülüyor.

Tabi bu tarz zehirlenmelerde cıva seviyeleri o kadar çok yükseliyor ki cıvanın yarısı vücuttan atıldığında bile kalan miktar hala çok yüksek oluyor. Yine de cıvanın vücuttan atılma süresini anlamamıza yardımcı olmaları açısından önemli örnekler. 

Bana kalırsa tüm bu bilgilere rağmen hala herkese önerilebilecek net bir süreden bahsedemeyiz.  Bu süre, maruz kalınan cıva miktarı, kişinin detoks sistemlerinin ne kadar iyi çalıştığı, destekleyici diyet ve yaşam tarzı müdahaleleriyle değişebilir. Bu yüzden bu sürenin kişiye özel olarak belirlenmesi daha doğru olabilir. Tek bir dolgusu olan, çok titiz bir şekilde bunu söktüren, belirgin sağlık sorunları olmayan biriyle, 8 tane dolgusu gelişigüzel sökülmüş, zaten halihazırda sağlık sorunlarıyla boğuşan birinin dolaşımlarındaki cıva seviyeleri aynı olmayacaktır. Hamilelik öncesinde dolgular sökülmeden önce ve sonra kan testleri yaptırıp değişimi gözlemlemek de mümkün olabilir. 

Özetle…

Bence amalgam dolgular ileride hamile kalma ihtimali olan bütün kadınlarda sökülmeli, yakın zamanda hamile kalmak isteyenlerde sökülüp en azından 3 ay kadar beklenmeli, hamile veya emzirenlerde ise ancak çok acil bir durum olursa sökülmeli. Tabi bütün hepsinde mutlaka cıvaya maruz kalmayı en aza indirecek şekilde önlemler alınmalı. Ve kişinin detoks sistemlerini destekleyecek bir diyet ve yaşam tarzı unutulmamalı…

Kaynaklar
  1. Ref. Berglund, A., & Molin, M. (1997). Mercury levels in plasma and urine after removal of all amalgam restorations: The effect of using rubber dams. Dental Materials, 13(5-6), 297–304. doi:10.1016/s0109-5641(97)80099-1 https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/9823089
  2. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/8793247
  3. Bakir, F., Damluji, S. F., Amin-Zaki, L., Murtadha, M., Khalidi, A., Al-Rawi, N. Y., … Doherty, R. A. (1973). Methylmercury Poisoning in Iraq. Science, 181(4096), 230–241. doi:10.1126/science.181.4096.230 https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/4719063
  4. https://www.youtube.com/watch?v=20b7y9tTY3E&t=1360s

Terlemeyle Ağır Metalleri Atmak Mümkün mü?

Terleme, toksinleri atmak için iyi bir yöntem olarak bilinir ve detoks için genel tavsiyeler arasında sayılır. Pekiyi konu ağır metallere gelince terleme ne kadar etkili? Benim gibi yuvarlak laflar duyduğunda “Acaba binlerce kez tekrar edildiği için mi doğru kabul ediyoruz, yoksa gerçekten böyle mi?” diye düşünenlerdenseniz, terlemeyle ilgili araştırmalardan bahsedeceğim bu yazım ilginizi çekebilir. Bu yazıyı geçenlerde greenmedinfo.com sitesinde, kurucusu Sayer Ji’nin yazdığı bir yazı üzerine yazdım. Ancak o, yazısında, terlemenin yalnızca vücut sıcaklığını ayarlamaya yaramadığını, toksinleri de atmada önemli olduğunu vurgularken, ben yazının kaynakçasından ulaştığım ve birçok araştırmayı derlemiş olan bir çalışmadan dikkatimi çeken noktaları paylaştım.

Özetle

Çalışmalardaki bireylerde terlemeyle atılan ağır metallerin miktarı, genel olarak, idrar ve kanlarında tespit edilen ağır metal miktarlarından daha fazla bulunmuş. Hatta bazı bireylerde terde ağır metal tespit edilirken kanda ya da idrarda tespit edilememiş. Katılanları terletmek için egzersiz, sauna ya da terlemeyi uyarıcı ilaçlar kullanılmış.

 

Bu arada Sayer Ji, yazısında, plastiklerde bulunan ve birçok sağlık sorunuyla ilişkisi olan bisfenol-A (BPA) ve fitalatların da terdeki ölçümlerinin, idrar ve kan serumundaki miktarlarından daha yüksek olduğunu gösteren çalışmalara yer vermiş. Hatta burada da bazı katılımcılarda idrarda veya kanda bu maddeler tespit edilemezken terde tespit edilmiş. Yani ter, bu maddeler için de iyi bir atılım yöntemi olabilir.

Şimdi ağır metallere dönelim. Civa, kurşun, kadmiyum ve arseniğin ölçüldüğü 20’den fazla çalışmayı içeren bir analizden dikkatimi çeken çalışmaların sonuçları şu şekilde (2):

Civa:

  • Kanada’da yapılan, 10 sağlıklı, 10 da kronik sorunları olan bireyin incelendiği çalışmada ortalama kan, idrar ve ter civa miktarları, terde bir parça yüksek olsa da birbirine yakın çıkmış diyebiliriz (sırasıyla 0.61, 0.65, 0.86 mcg/L). Ancak her üç örneğinde de civa tespit edilen kişilerin sayısı 16 iken, geri kalan 4 kişide yalnızca terde civa görülmüş. Yani bu kişilerde teşhis amaçlı kan ve idrar civa testleri yapılsaydı, sonuç negatif çıkacağı için vücutlarında civa olmadığı düşünülecekti.
  • 1978’de paylaşılan bir vakada, 13 yıl boyunca termometre üreten bir yerde çalışarak günde bir saat civa buharına maruz kalan bir işçinin tedavisi anlatılmış. Son 6 ayında artık iş göremez duruma gelen hastaya, önce iki ay boyunca çeşitli şelasyon ajanları verilmiş. Ardından da birkaç ay boyunca hergün terleme ve fizyoterapi seansları uygulanmış. Tedavi boyunca terde civa atıldığı yapılan ölçümlerle görülmüş. Tedavi sonunda ise, hastada herhangi bir yan etki oluşmadan, kan, idrar ve terde ölçülen civa miktarları normal seviyelere inmiş (3).

Kurşun:

  • Yukarıda bahsettiğim Kanada çalışmasında, ter, kan ve idrardaki kurşun miktarları ortalama olarak şöyle bulunmuş: 31, 0.12, 1.8 mcg/L. Burada terde atılan miktarın oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Bütün katılımcılarda kurşun her üç örnekte de tespit edilmiş. Kurşun her yerde!
  • 1991’de İngiltere’de çok ilginç bir çalışma yapılmış. İki gönüllü toplamda 20mg olmak üzere 1 veya 2 kez kurşun klorür içmişler! Bu nasıl bir bilim aşkıdır? Veya doktoralarını tamamlamak için zehir içmeye bile razı iki araştırmacı mıydı bunlar? Bunları bilemiyoruz… Ama sonuç olarak akut dönemde ölçülen bu kurşun bileşiği bu defa terde fazla atılmamış. Kurşunu içtikten sonraki 4. saatte kanda en yüksek seviyesine ulaşmış. Ilk 24 saatte bu yüksek seviyesini korumuş ve sonraki birkaç hafta içinde yavaş yavaş düşüş göstermiş. İdrarda da buna paralel miktarlar tespit edilmiş. Bu çalışma o kadar ilgimi çekti ki açıp okudum ve bunun aslında ilk olmadığını gördüm! Birçok başka çalışma daha varmış. Bunlardan birinde, bir araştırmacı, 16 -başlangıçta- sağlıklı deneğe nikel içirmiş! Ve sonrasında terde anlamlı bir atılım görememiş. Kanda ve idrardaki nikelde artış olduğu halde… Bizim kurşun içiren araştırmacılar, daha önceki başka çalışmaları da hesaba katarak bunlardan şu sonucu çıkarmışlar: Bu tip ağır metaller akut safhada dokulara henüz geçiş yapmadığı için kan ve idrarda daha fazla görülüyor. Kronik olarak maruz kalındığında ise dokularda birikim artıyor ve dolayısıyla terle atılımları da artıyor (4).
  • 1986’da Almanya’da yapılan çalışmada, aerobik dayanıklılık antrenmanlarıyla (kürek çekme) atılan kurşun miktarı, daha kısa süreli ama daha yoğun antrenmanla (bisiklet sürme) atılan kurşun miktarından daha fazla bulunmuş (değerler kanda ölçülmüş). Yani bu çalışmaya göre daha uzun süre boyunca terlemek, daha kısa sürede aynı (veya daha fazla?) oranda terlemekten daha avantajlı olabilir.

Kadmiyum:

  • Kanada’da, yukarıda bahsettiğim çalışmada, katılanların sadece üçünde kan, idrar ve ter olmak üzere bütün örneklerde kadmiyum tespit edilebilirken, 17’sinde ise terde kadmiyum görülmüş. Yani ter, kadmiyum tespiti için iyi bir yöntem olabilir. Tespit edilen ortalama miktarlara bakıldığında ise kadmiyumun terle diğer yollara göre daha iyi atıldığı görülüyor. Kan, idrar ve terdeki ortalama miktarlar, sırasıyla: 0.03, 0.28, 5.7 mcg/L.
  • ABD’de 28 öğretim görevlisinin gönüllü olduğu çalışmada terde tespit edilen kadmiyum miktarı 11-200mcg/L arasında değişirken, idrarda ise 0-67mcg/L arasındaymış. Terlerinde fazla kadmiyum olanların idrarında da fazla kadmiyum olması gibi bir durum çıkmamış ortaya. Buradan da tek başına yapılan bir idrar testinin her zaman vücuttaki durumu yansıtmayacağı sonucunu çıkarabiliriz.

Arsenik:

  • Bangladeş’te arsenik zehirlenmesi geçiren ve cilt belirtileri gösteren bir grup, içme suyunda arseniğe maruz kalan başka bir grup ve hiç arseniğe maruz kalmayan üçüncü bir grup karşılaştırılmış. Bekleneceği üzere arseniğe maruz kalanlarda terdeki arsenik miktarı, maruz kalmayanlardan birkaç kat fazla bulunmuş. Arsenik zehirlenmesi grubuyla içme suyundan arsenik alanlar arasında herhangi bir fark görülmemiş. Acaba terde atılabilecek maksimum bir arsenik miktarı mı var, yoksa içme suyuyla alınan arsenik de belki uzun döneme yayıldığı için cilt belirtilerine yol açmasa da çok mu yüksekti diye merak ettim açıkçası…  Burada bildiklerimizi onaylayan başka bir bilgi de, arsenikle birlikte çinko ve E vitaminin de atıldığının görülmesi. Bu, diğer ağır metallerde olduğu gibi, arsenik toksisitelerinde de bu vitamin ve minerallere olan ihtiyacımızın arttığını gösteriyor.
  • Yine Kanada’daki çalışmada, 20 katılımcının 17’sinde arsenik tespit edilmiş. Bu defa en fazla arsenik idrarda ölçülmüş. ( Ortalama miktarlar idrar, ter ve kanda sırasıyla 37mcg/L, 3.1mcg/L, 2.5mcg/L)

Bu bulgulardan bence iki önemli sonuç çıkarabiliriz:

Birincisi; egzersiz, sauna veya başka bir yolla terlemeyi rutin olarak uygulamak, zaman içerisinde vücut ağır metal yükünü sandığımızdan daha fazla azaltabilir. Yazının başında da söylediğim gibi  “Terlemek toksinleri atar,” deriz ama ağır metal şüphesi duyduğumuzda ilk aklımıza gelen detoks yöntemi genelde şelasyon ajanları ya da takviyeler almak olur. Bu ajanlarla atılan metal miktarını terle atılan miktarla kıyaslayamam ama bu tarz ilaçların en hafiflerinin, en bitkisel olanlarının bile yan etkileri olabiliyor. Bu yüzden dokuda biriken ağır metali kana geçirip atmaya çalışmakla kıyaslandığında terlemek bana daha güvenli bir yöntem gibi geliyor. Dediğim gibi etkinliklerini kıyaslayamam ama en azından diğer yöntemlere ek olarak uygulanması işleri hızlandırabilir görüşündeyim.

Çıkarabileceğimiz ikinci sonuç ise ter testlerinin, vücut birikimini ölçmede genelde pek işe yaramayan kan ve idrar testlerine yeni bir alternatif olabilecek olması. Bu yükü ölçmede kullanılan saç, eritrosit, hücre içi spektrofotometre analizleri (oligoscan, zell-check) gibi başka testler de var. Saç testleri idrar ve kana göre daha güvenilir bulunsa da bazen direkt olarak durumu yansıtmayabiliyor ve mineral oranlarından yorum yapmak gerekebiliyor. Zell-check ise çok pratik bir test olsa da bazı araştırmacılar tarafından doğru olmadığı yönünde eleştiriliyor (5) (6). Kısacası vücuttaki ağır metal yükünü tam olarak anlamak için henüz herkesin geçerli gördüğü bir yöntem bulunabilmiş değil. Bu yüzden terdeki miktarın ölçülmesi de başvurabileceğimiz başka bir yöntem olabilir.

Terleyemiyorsanız…

Kalıtsal ya da sonradan gelişen, ter bezlerine, cilde veya sinirlere hasar veren bir rahatsızlığınız yoksa terleyememe zaman içinde düzelebilir. Özellikle de toksinlere maruz kalan insanlarda, otonom sinir sisteminin vücut ısısını dengeleyici özelliği azalabildiği için terlemenin de zorlaşabileceği belirtilmiş(2). Bunu düzenleyebilmek için beslenme ve gıda takviyeleri yardımıyla biyokimyasal süreçlerin düzeltilmesi, ayrıca lenf drenajını uyarıcı yöntemler ve sauna öncesi egzersiz önerilmiş (2). Lenf drenajını uyaran yöntemlere örnek olarak masaj, kuru fırçalama, trombolinde zıplama ve her türlü başka egzersizi gösterebiliriz. Daha önce düzenli egzersiz yapan biri değilseniz, ilk antrenmanınızda çok iyi sonuç almayı beklemeyin. Daha uzun süredir düzenli egzersiz yapanların daha iyi terleyebildikleri görülmüş. Bu yüzden vücuda uyum sağlaması için biraz zaman vermek gerekiyor… Ve tabi bol su içmek de terlemenin başka bir püf noktası. Bol su içip egzersiz konusunda ısrarcı olduğunuzda yavaş yavaş daha kolay terleyebildiğinizi göreceksiniz. Terlediğinizde artan mineral atılımını telafi edebilmek için beslenmenize de özen göstermeniz gerektiğini de küçük bir hatırlatma olarak yazayım.

Fırçasız, Macunsuz, Taş Devrinde Ağız Sağlığı

2007 yılında İsviçre Ulusal Televizyonu, Zürih ve Bern Üniversitelerinden akademisyenlerle iletişime geçerek, 1 ay boyunca, korunmaya alınmış bir doğal yaşam bölgesinde, yapay bir taş devri ortamında yaşayacak olan 10 gönüllüyü gözlemlemelerini istemiş (1). Katılımcı grup, anne, baba ve birer çocuktan oluşan iki aile ve iki genç erkek bireyden oluşuyormuş. Barınma, giyinme ve beslenme konusunda İsviçre’deki arkeolojik bulgulardan faydalanılarak MÖ 4000-3500 yılları arasında bu bölgede var olan koşullar olabildiğince taklit edilmeye çalışılmış. Yiyecek olarak yalnızca işlenmemiş arpa, bölgeye özgü buğday türleri, biraz tuz, yabani otlar, bal, süt ve yerel olarak yetişen keçi ve tavuk stokları varmış. Ve bu stok tam olarak 4 haftalık bir beslenme ihtiyacını karşılamayacağı için katılımcılar doğadan meyve ve yenebilen bitkiler toplamak ve ağları olmadan balık tutmak gibi yöntemlere başvurmak zorundalarmış. Ayrıca rafine şekere erişimleri yokmuş. Modern mutfak gereçleri ve ocakları da yokmuş ve kendi ateşlerini kendileri yakmak zorundalarmış.

Deneyde tüm beden sağlığıyla ilgili bulguların öncesi sonrası değerlendirilmiş ama benim bu yazıda sizlerle paylaşmak istediğim kısmı ağız diş sağlığı bulguları. Çünkü bence deneyin en ilginç kısımlarından biri, katılımcıların bir ay boyunca hiç diş fırçası, diş macunu, diş ipi veya benzeri modern bir diş temizleme aracına erişimi olmaması! Araştırmacılar katılanlara dişlerini nasıl temizlemeleri gerektiği hakkında hiçbir yönlendirmede de bulunmamışlar. Ağaç dalları veya başka doğal malzemeleri kullanmalarına yasak yokmuş. Sizce bir ayın sonunda diş sağlıkları ne hale gelmiş olabilir? Bir ay boyunca dişlerinizi fırçalamadığınızı düşünebiliyor musunuz?

Katılanlara ağız içi ve dışı muayeneler yapılmış. Diş ve dişetlerinin birleşim yerlerindeki boşlukların (dişeti ceplerinin) derinlikleri ölçülmüş. Bu derinliğin artması dişeti iltihabına ve ilerleyen aşamalarda dişi tutan kemikte yıkım olduğuna işaret eder. Katılanların ağızlarının iki farklı bölgesindeki plak miktarları da belli bir standart ölçme sistemine göre kaydedilmiş, yani plak indeksleri alınmış. Dişlerin üzerinde biriken plak, yiyecek artıkları, mikroorganizmalar ve tükürük elemanlarının oluşturduğu bir tabakadır ve çürük ve diştaşı oluşumuyla ilişkinlendirilir. Bunun dışında katılımcıların dişeti sağlıkları yine standart bir ölçme sistemine göre ölçülerek kaydedilmiş, kısaca gingival indeksleri alınmış. Dişetlerinin kolayca kanayıp kanamaması, ödemli ve kırmızı olup olmaması dişeti sağlığının ne durumda olduğunu gösteren başlıca özelliklerdir. Ayrıca dilden, dişlerinin üzerinden ve yukarıda bahsettiğim dişle dişeti arasındaki oluklardan örnekler alınarak mikrobiyolojik olarak incelenmiş.

Bir ay sonunda ne olmuş?

Bir ay boyunca tabi ki hiç dişlerini fırçalayamayan katılımcıların plak indeksleri artmış, yani dişlerinin çevresindeki plak birikimi ilk halinden daha fazlaymış. Ama bu artışla birlikte görülmesi beklenen dişeti iltihabı bulgularına rastlanmamış. Hatta 4 haftanın sonunda “sondalamada kanama” %34.8’den %12.6’ya düşmüş! Sondalamada kanama olması dişetlerinin sağlıklı ve sıkı olmadığını, iltihaplı ve hassas olduğunu gösterir. Bir ay boyunca hiç dişlerini fırçalamadıkları halde katılımcılarda bu indeks ciddi şekilde düşüş göstermiş. Dişetleri daha dirençli hale gelmiş. Diğer değerlerde ise kötüleşme değil çok küçük oranlarda da olsa iyileşmeler olmuş.

Mikrobiyolojik olarak incelendiğinde, hem diş çevresinde hem de dildeki bakteri sayılarında artış görülmüş ama diş çürüğü ve dişeti hastalıklarıyla ilişkilendirilen patolojik türlerde artış gözlemlenmemiş. Daha fazla bakteri olması klinik olarak dişeti iltihabı bulgularına yol açmamış. Demek ki bu yeni beslenme şekline göre şekillenen ekosistem, konağa da zarar vermeyecek bir denge yakalamayı başarmış.

Bu bulgular ne anlama geliyor olabilir?

Daha önceden Weston Price’ın çalışmalarına aşina olanlar için bu sonuçlar aslında çok da sürpriz değil. Weston Price, 1870-1940 yılları arasında yaşamış, diş çürüğü ve çapraşık dişlerin sebebini araştırmak için, modernleşmemiş ve dünyadan izole bir şekilde yaşayan toplumları gözlemlemek üzere dünyayı dolaşmış bir diş hekimi. Birçok bölgeden farklı kabileler üzerinde yaptığı gözlemler sonucunda, kendi geleneksel beslenme şekilleriyle beslenen bu toplumların diş çürüğü ve çapraşık dişlerinin olmadığını, çenelerinin çok daha iyi geliştiğini, ayrıca vücutlarının da daha dayanıklı ve hastalıklara karşı daha dirençli olduğunu görmüş. Bu toplumlardan çıkıp modern bir hayatı benimseyen üyelerde ise bu özelliklerin kaybolduğunu gözlemlemiş. Weston Price’a göre bu geleneksel diyetlerin ortak özellikleri, günümüz beslenme şekline göre 4 kat daha fazla kalsiyum ve diğer mineralleri ve en az 10 kat daha fazla yağda çözünen vitaminleri içermeleriymiş (2).

İsviçre’deki araştırmada tabi ki dişlerin ve çenelerin gelişimini etkileyebilecek kadar uzun bir zaman diliminden söz edemeyiz. Ancak işlenmiş şeker ve başka hazır gıdaları içermeyen ve bölgenin en eski beslenme şeklini yansıtan bir diyetin dişeti sağlığına olumlu katkılarının olması, Weston Price’ın bulguları ışığında değerlendirildiğinde gayet normal. Ayrıca işlenmiş karbonhidratların ağız sağlığı üzerindeki etkilerine dair daha birçok çalışma bulunuyor. Bununla birlikte araştırmacılar sonucun böyle olmasında, katılımcıların diyetlerindeki bal, meyve ve tahılların antibakteriyel, antiviral ve antifungal özelliklerinin ve yedikleri mantarların immün sistemi değiştirici etkilerinin payı olabileceğini vurgulamışlar.

Bana kalırsa katılımcıların yaşadıkları değişimi yalnızca diyet açısından da değerlendirmemeliyiz. Gün ışığına maruz kalmaları, gündüz yiyecek toplamak için hareket etmek ve doğada vakit geçirmek zorunda olmaları, gece olduğunda sirkadyen ritimlerini bozacak ekranlara sahip olmamaları, uyku düzenlerinin ister istemez doğal ritimlerini düzenleyecek şekilde olması vücutlarındaki birçok biyokimyasal olayı düzene sokmuş olmalı. Doğru zamanda sindirim enzimleri, kortizol, insülin, melatonin vb. hormonları, safra salgıları salgılandı. Yiyeceklerinde kimyasal ilaçlar değil, doğal probiyotik canlılar vardı. Belki farklı bir ortamda olmanın verdiği bir stres oluştu ama bu büyük ihtimalle günlük yaşantımız içerisinde farkında olmadan sürekli yaşadığımız kronik stres gibi değildi. Bütün bu etkenler de dişeti sağlıklarında gördüğümüz olumlu değişikliklerde dolaylı yoldan da olsa bir paya sahip olabilir.

O halde diş fırçalamak önemsiz mi?

Bu yazdıklarımdan, eğer tamamen doğal bir diyetle besleniyorsanız dişlerinizi fırçalamanıza gerek yok sonucunun çıkarılmasını tabi ki istemem. Günümüzde diş fırçası ve diş ipi gibi lükslerimiz varken bunları elbette kullanacağız. Ancak belki gerçekten çok saf beslenen biri hiç diş macunu kullanmamayı düşünebilir. Yani bence amacımız plağı ortadan kaldırmak ancak sağlıklı bir flora varsa bunu rahatsız etmemek olmalı.

Zaten diş macunu kullanımının herhangi bir fayda sağlayıp sağlamadığına dair yapılan birçok çalışmada da böyle bir faydası olmadığı sonucuna ulaşılmış (3). Bu yüzden, “Aktif karbonlu mu olsun, bentonitli mi?” tartışmasını artık bir kenara bırakalım diyorum.

Sağlıklı ağız, diş ve çene gelişimi ve bunun korunması için fırça ve macundan çok, beslenme ve hayat tarzımızın ilk sıraya oturması gerekiyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, ağız sağlığımız fırçamızın tasarımı kötü olduğu veya yanlış macunu kullandığımız için bozulmuyor. Diş ve dişetlerimize zarar verecek bir ortamın oluşmasını beslenme şeklimizle destekleyen bizler oluyoruz ve fırçayla macun yalnızca bu ortamla baş etmek için kullandığımız yöntemler oluyor. Yani bir yandan sandalda delikler açıyoruz, bir yandan da suyu boşaltmaya çalışıyoruz.

Beslenmeye bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Örneğin sadece şeker yememek de yetmiyor maalesef. Birçok anne, sırf evde yaptığı için kekin böreğin zararlı olmadığını düşünüyor (çocukları çürüklerle dolu gelen annelerden biliyorum). Aynı şekilde okullarda da maalesef çocuklar en iyi ihtimalle haftada birkaç kez bu tarz gıdalar yiyorlar. Ve asıl ihtiyaç duydukları besin değeri yüksek gıdaları çoğu zaman yeterince alamıyorlar. Sonra da çürüğe eğilimleri var diye koruyucu önlem(!) olarak florlanıyorlar.

Sanırım başka bir yazıda Weston Price’ın bulgularını daha detaylı inceleyip sağlıklı ağız ve çene gelişimi için önerdiği beslenme şeklinden bahsetmek yerinde olacaktır.

Her zaman olduğu gibi yorum ve sorularınızı bekliyor olacağım…

Civa Detoksu Neden ve Nasıl Yapılmalı?

Yaşadığımız kronik sorunların altında yatabilecek nedenlerden biri olan hatta bazen bunları başlatan en toksik kimyasallardan biri civa. Vücuda çeşitli şekillerde giren civa, doku ve organlarımızda birikerek biyokimyasal olayların aksamasına sebep oluyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre “Civanın sinir, sindirim ve bağışıklık sistemleri ile akciğerler, böbrekler, cilt ve gözler üzerinde toksik etkisi vardır.” Genelde bu tarzda söylemleri en son dile getiren kuruluşların Dünya Sağlık Örgütü ve benzeri kuruluşlar olduğunu unutmamak lazım. Bu yüzden  bu uyarının birçok araştırmacıya göre biraz hafif kaçtığını ve civanın yol açtığı sorunların çok daha ciddi olabileceğini belirtmekte fayda var. (Amalgam dolgular ve dolayısıyla civanın zararları ile ilgili bazı araştırmalara değinen yazımı burada bulabilirsiniz.)

Bazı araştırmacılara göre çevre kirliliğinden ötürü civaya istisnasız herkes maruz kalıyor ve dolayısıyla herkesin düzenli detoks yapması lazım. Ancak bazı insanlar çok daha yüksek miktarlarda civaya maruz kalıyor ve bunun nedenleri şunlar olabilir:

  • Ağızda amalgam (gri) dolguların olması veya önceden önlem alınmadan bu dolguların sökülmüş olması (Söküm sırasında yüksek miktarlarda civa açığa çıkmaktadır ve bu civa organlarda birikebilmektedir. Doğru söküm tekniği için bu yazımı okuyabilirsiniz.)
  • Sık sık büyük balıklar tüketiyor olmak (Besin zincirinin üst basamaklarında bulunan ton balığı, kılıç balığı gibi balıklarda daha fazla civa birikmektedir.)
  • Aşılar (Bazı aşılarda koruyucu olarak civa bulunmaktadır.)
  • Termometre, ampül gibi civa içerebilen bazı eşyaların kırıldığı ortamda bulunmak
  • Mesleki maruziyet (Diş hekimi, diş hekimi yardımcılığı ya da maden işçiliği gibi meslekler yapıyor olmak)

 

Aşağıdaki videoda, amalgam dolgu sökümü sırasında hastanın ve hekimin maruz kaldığı civa buharı görselleştirilmiş. Açığa çıktığı ölçülen civa yoğunluğu oldukça yüksek!
 

Civanın farklı formları olduğunu hatırlatalım. Bizim en çok maruz kaldıklarımız elementel civa ve metil civa. Elementel civa, amalgam dolgularda bulunuyor. Çok kolay buharlaştığı için büyük oranda akciğerlerimizden alınıyor. Ağız ısısı, çiğneme, fırçalama, diş gıcırdatma vb. etkenler de eklendiğinde alınan civa miktarı artmış oluyor. Dolgulardaki civanın bir kısmı ise metilcıvaya dönüşerek yutuluyor. Elementel civa yağda çok kolay çözündüğü için kan beyin bariyerini geçerek merkezi sinir sistemine ve plasentadan geçerek anne karnındaki bebeğe ulaşabiliyor. Kan beyin bariyerini geçen civa orada iyonize olarak hapsoluyor ve nörotoksik etkiler göstermeye başlıyor. Beyinde o kadar uzun süre kalabiliyor ki maruz kaldıktan seneler sonra bile burada tespit edilebiliyor(1).

Metil civa formuna maruz kaldığımız başka bir kaynak ise balıklar. Denizlerde -kirlilikten dolayı- bulunan civa planktonlar tarafından metil civaya dönüştürülüyor. Civa, planktonları yiyen balıkların vücutlarında depolanıyor ve büyük balık küçük balığı yedikçe biriken toplam civa miktarı artıyor. Zincirin son basamağında bulunan bizler de büyük balıklar tükettiğimizde bütün o birikimi almış oluyoruz. Metil civa başlıca gastrointestinal sistemden emiliyor. Dolaşıma geçtiğinde eritrositlerin içine girerek %90’ından fazlası hemoglobine bağlanıyor. Vücuttaki metil civa yükünün %10’u yine beyinde bulunuyor ve yavaş yavaş inorganik bir forma dönüşüyor. Beyinde sinir hücrelerinin ölümüne, glia hücrelerinin hasarına sebep oluyor ve serebral ve serebellar kortekse zarar veriyor. Metil civa da plasentadan fetüse geçebiliyor ve bebeğin beyninde birikerek bahsettiğim hasarlara yol açabiliyor. (1)

Bazı kaynaklarda, civanın vücutta yarılanma ömrünün (yarısının vücuttan atılması için gereken sürenin) 20-90 gün olduğu söylense de otopsi çalışmaları bunun doğru olmadığını ve özellikle beyinde, civaya maruz kaldıktan 17 sene sonra bile civa tespit edilebildiğini göstermiş (2).

İşte bu sebeplerden dolayı, civanin vücutta yarattığı hasarı onarmak için yalnızca civa kaynağını ortadan kaldırmak ve vücudun civayı zaman içinde atmasını beklemek yeterli olmuyor. Özellikle de detoks sistemleri iyi çalışmayan ve civa birikimi çok fazla olanlarda civayı depolandığı yerlerden, özellikle de beyinden koparıp atabilmek için vücudun çeşitli şekillerde desteklenmesi ve ek olarak şelasyon ajanları ve bağlayıcıların kullanılması gerekiyor.

Civa detoksu yapmanın ise bazı sosyal medya hesapları ve bloglarda bahsedildiği kadar kolay olmadığını söylemeliyim. Özellikle de halihazırda birçok kronik sorunla savaşanlar için rastgele bir detoks ürününü kullanmaya başlamak faydadan çok zarar getirebilir. En hafif protokollerde bile kötü yan etkilerle karşılaşan ve durumu kötüleşen hastalara rastlanıyor. Bu yüzden herhangi bir ürünü instagram hikayelerinde görüp kullanmaya başlamadan önce çok iyi düşünmenizi ve araştırmanızı öneririm. Civa detoksu demek, civayı yerleştiği organlardan hareketlendirip vücutta dolaşır hale getirmek anlamına geliyor. Civa, bu hareketi sonucunda, daha az zarar vereceği bir organdan daha çok zarar vereceği bir organa taşınarak durumun kötüleşmesine sebep olabilir (örneğin yağ dokusundan çıkıp beyne yerleşebilir). Bu yüzden hiç de hafife alınacak bir iş değil!

Bundan dolayı ben de civa detoksuyla ilgili yazılarımda size belirli bir protokol önermeyeceğim. Bunun yerine bu konuda önde gelen belli başlı protokolleri genel hatlarıyla anlatıp yapılan eleştirilere değineceğim. Bu protokollerden bazıları şunlar:

  • Andy Cutler protokolü
  • Dietrich Klinghardt protokolü
  • Chris Shade / Quicksilver yöntemi
  • TRS ve benzeri nano kliptilolitler
  • Boyd Haley  – Emeramide (OSR)
  • HMD
  • IV şelasyon yöntemleri (Artık neredeyse kimse önermiyor ancak neden tehlikeli olduğundan bahsedeceğim.)

Protokolleri yazdığımda hepsinde ortak olan bazı noktalar olduğunu göreceksiniz. Bunlardan biri, civayi vücuttan kısa sürede atamayacağınız, atmanızın doğru olmadığı. Senelerce vücudunuzda biriken civadan kurtulmak için sabırlı olmanız gerekiyor. Aksi halde vücut organlardan serbest kalan yüklü miktarda cıvayla başedemeyebilir. Bir diğer ortak nokta ise protokollerin çoğunun, kullanılan şelasyon yöntemine ek olarak detoks sistemlerini ve organları destekleyecek önlemler de önermeleri.

Ben de protokollerin ayrıntılarına geçmeden önce detoks sistemlerimizden bahsetmeyi düşünüyorum. Zira hangi yöntemi seçerseniz seçin, öncesinde vücudunuzda bazı sistemleri -toksik yükün elverdiği ölçüde- daha iyi çalışır hale getirirseniz, bahsedilen yan etkilerle karşılaşma ihtimaliniz azalır diye düşünüyorum.

Yazmamı istediğiniz noktalar ve katkılarınız için yorumlarınızı bekliyorum… Sonraki yazıda görüşmek üzere…

Amalgam Dolgular Nasıl Sökülmeli ?

Amalgamlar dolguların sökümü sırasında ortaya çıkan cıva gazının ve etrafa saçılan cıva partiküllerinin hasta, hekim ve çevre açısından tehlike oluşturduğu biliniyor (1). Civanın verebileceği zararlarla ilgili daha önce detaylı bir yazı yazmıştım.

Bu zararlarından dolayı, cıvanın hastanın ve hekimin vücuduna geçmesini engellemek ve aynı zamanda çevreye verdiği zararı en aza indirmek için bazı önlemler alınması önerilmiş. Bu önlemleri bugüne kadar yapılmış olan araştırmalar ve kendi yaptıkları deneyler çerçevesinde bir araya getiren kuruluş olan IAOMT (International Academy of Oral Medicine and Toxicology), bu uygulamaya “Smart Protocol” adını vermiş. 

Hasta, hekim ve çevre güvenliği açısından güvenli amalgam dolgu sökümü sırasında alınması önerilen bu önlemlere bakalım (1,2):

Hasta açısından:

  • Hamilelere ve emzirenlere amalgam dolgu sökümü yapılması önerilmez.
  • İşlemden önce hasta, aktifleştirilmiş karbon, klorella, bentonit, zeolit veya cıvayı tuttuğu söylenen benzeri ajanlarla ağzını çalkalamalı ve gargara yapmalı. Bu cümle IAOMT tarafından önerilen genel protokolü yansıtsa da ben kendi araştırmalarımdan vardığım sonuçla yalnızca aktifleştirilmiş karbon kullanıyorum. Bazı görüşlere göre klorella cıvaya zayıf tutunduğu için faydadan çok zarar getirebilir. Başka bir deneye göre ise ağır metal tutmasıyla ünlenmiş zeolit bu konuda son derece başarısızdır (6). Bentonitin de zeolite benzer şekilde etkisiz olduğunu savunan görüşler mevcut. Bunların dışında, seçilen ajanın emdirildiği bir pamuğun işlem sırasında ağız tabanına yerleştirilmiş olmasını öneren hekimler de bulunuyor (3). Bazı protokollere göre ise bu şelasyon ajanı işlem öncesinde hastaya içirilmektedir. Ben kendi uygulamamda önce aktif karbon kapsülü içiriyor, ardından da sıvı formuyla ağzı çalkalatıyorum.
  • Hasta ağzına lastik örtü (rubber dam) uygulanarak etrafa sıçrayacak olan amalgam parçacıklarının ağızla teması engellenmeli.  Ben bu lastik örtüye ek olarak jel formunda olan ve dolgu yaptığımız ışıklarla sertleştirilen, fotoğraftaki gibi bir dişeti bariyerinin daha iyi sızdırmazlık sağlayacağını düşünüyorum ve uygulamamı bu şekilde yapıyorum.
  • Ortamdaki havayı solumaması için hastaya pozitif basınçlı hava veya oksijen verilmeli.
  • Ağzın hemen yakınında, cıvayı filtreleyen, aşağıdaki fotoğraftaki gibi bir vakum cihazı bulundurulmalı.
    Güvenli amalgam sökümü nasıl olmalı?

    Kendi muayenehanemde kullandığım civa filtreli vakum cihazı.

  • Hastanın saçları, yüzü ve vücudu örtülmeli. Güvenli amalgam dolgu sökümü sırasında çıkan parçaların hastanın göğsüne, dizine kadar sıçrayabildiği görülmüş. Hastanın örtülmesi, amalgam partiküllerinin kıyafetleri aracılığıyla hastanın evine kadar taşınmasını engelleyecek.
  • İşlem sırasında lastik örütünün üstünde ve altında kuvvetli bir aspirasyon sağlanmalı. 
  • Bol su irrigasyonu altında söküm yapılmalı, dolgunun ısınarak daha fazla cıva buharı çıkarması engellenmeli.
  • Amalgamın mümkün olduğunca büyük parçalar halinde çıkması hedeflenmeli.
  • Eğer mümkünse işlem sırasında oda havalandırılmalı, camlar açılmalı.
  • İşlem sonunda hasta bol suyla ve başta bahsedilen bağlayıcı ajanlarla yeniden ağzını çalkalayıp gargara yapmalı.

Hekimler Açısından:

  • Hekim rutin olarak kullandığı önlük, eldiven gibi önlemlere ek olarak gözlük, bone ve cıvayı filtreleyebilen özel bir gaz maskesi takmalı. Civa “dumanını” filtreleriği söylenen kumaş maskelerin yeterli olmadığı görüşündeyim. Bizim dumanı değil gazı filtreleyen maskelere ihtiyacımız var. 

Çevre Kirliliğine Yol Açmamak Adına:

  • Sökülen amalgamın atık su borusu yoluyla çevreye zarar vermesini engellemek amacıyla atık su sistemine amalgamı ayrıştırabilen bir cihaz yerleştirilmesi önerilmekte (4). 
  • Amalgam tek parça halinde çıkarılabilirse röntgen solüsyonu veya su içinde kapaklı bir kapta muhafaza edilmeli, yetkili birimlerce toplanarak elimine edilmesi sağlanmalı (5).

Amalgam Dolgu Sökümü Öncesi ve Sonrasındaki Dönem

Amalgam dolgular uygun biçimde sökülse bile işlem öncesi ve sonrasındaki dönemde, hastanın vücudundan cıvayı atabilmesi için bazı ek protokollerin uygulanması da gerekebilir. Bu protokollerin hastaya göre hazırlanması gerekeceği için ideal olanı, diş hekiminin hastayı cıva detoksu uygulayabilecek bir hekimle birlikte değerlendirmesi. 

Dokularda seneler içinde birikmiş olan cıvayı atabilmek için hem detoks sistemlerinin iyi çalışması hem de cıvayı bağlayabilen şelasyon ajanlarıyla cıvanın dokulardan çekilip uzaklaştırılması gerekiyor.

Şelasyon için kullanılacak ajanlar konusunda maalesef doktorlar arasında bir fikir birliğinden bahsetmek mümkün değil. Klorella, kişniş gibi bazı “doğal” ürünler ağır metal detoksu için yaygın olarak kullanılıyorlar. Şu ana kadar Türkiye’de katıldığım eğitimlerde önerilen temel şelasyon ajanları hep bunlar oldu. Ancak şahsen, bunların cıvaya yeteri kadar kuvvetli bağlanmadığı, bu yüzden de vücuttaki cıvayı bir yerden başka bir yere taşıdığını belirten görüşleri oldukça dikkate değer buluyorum. Bu gibi ajanlarla sağlığı daha da bozulan sayısız hasta hikayelerini de gözardı etmek zor. Bunların dışında, yüksek dozlarda DMPS, DMSA gibi ajanların kullanıldığı hızlı şelasyon yöntemlerinin de ciddi risklerinden bahsedildiğini belirtmekte fayda var. Bu yüzden şelasyon konusunda dikkatli olunması gerektiğini, hafife alınmaması gerektiğini tekrar tekrar vurgulamak istiyorum.