Skip to main content
Category

Blog

Uykudan Önce Takviye Almak Doğru Mu?

Son yazımda metiyonin kısıtlamasının, bazı tümör kök hücrelerinde tümörleşme kabiliyetini ortadan kaldırdığını anlatmıştım. Ayrıca fazla metiyoninin atılmasında glisinin rolü olduğu için, yediklerimizdeki metiyonin-glisin dengesinin önemli olabileceğinden bahsettim. Glisin daha çok kemik, kıkırdak gibi yapılarda bulunduğu için beslenmemize bunları daha fazla katmamız önemli olabilir.

Sirkadyen konulu yazılarını çok sevdiğim Dave Mayo, bir yazısında (1) bazı tümörlerde glisin kısıtlamasının da metiyonin gibi olumlu sonuç verdiğini yazmış (Şu çalışmadan bahsetmiş: https://www.nature.com/articles/nature22056). Düz mantıkla ilk akla gelen soruyu sormuş: Glisini kısıtlayalım mı? Cevap tabi ki hayır!

Ama bu bilgiyi kullanarak, daha iyi bir uyku için yatmadan önce 3-5gram kadar alınması önerilen glisin takviyesinin iyi bir fikir olmayabileceğini öne sürmüş. Böyle bir takviye zaten almıyor olabilirsiniz ama Dave Mayo’nun açıklamasını okuduğumuzda bu fikri bence başka takviyelere de genelleyebiliriz. Şimdi ne dediğine bakalım:

“Sağlıklı hücrelerde hücresel metabolizma ve hücresel döngü bir sirkadyen ritmi takip eder. Hücre bölünmesinin hücre metabolizmasından ayrılması gerekir, çünkü mitokondriyal enerji metabolizması, hücre bölünmesi sırasında DNA’ya zarar verebilecek reaktif oksijen türleri ortaya çıkarır.

“Mitokondriyal metabolizma, sağlıklı hücreler için gereken enerjinin %90’ından fazlasını karşılar.

Kanser hücrelerinin ise buna ihtiyacı yoktur çünkü onlar farklı bir enerji metabolizmasını kullanırlar(Warburg metabolizması). Bu sayede çok daha hızlı çoğalabilirler. […]

“Ayrıca kanser hücreleri, saat geninin çalışmasını baskılayarak sirkadyen ritimden etkilenmezler. […]

“Kanser hücrelerinin farklı metabolizması ve sirkadiyen saati inhibe etmesi, onlara sağlıklı hücrelere karşı bir üstünlük sağlar. Gün içinde sağlıklı hücreleriniz bir noktada bakım onarım çalışmaları için kapanmak ister. Kanser hücreleri ise yalnızca büyümek ister ve bunun için sürekli bir enerji kaynağına ihtiyaç duyar.

“Varsayımsal olarak, gün içinde glisin tüketmek sağlıklı hücrelerle kanser hücrelerinin glisin için yarışmasına sebep olacaktır. Yatmadan hemen önce alınan glisin ise normal tokluk penceresinin dışında alındığından problem yaratabilir.”

Anladığım kadarıyla Dave Mayo, yatmadan önce alınan glisinin direkt kanser hücreleri tarafından kullanılabileceğini düşünüyor.

Bununla ilgili yapılan bir çalışma olmadığını da belirtmiş. Yani vücuttaki durum gerçekte böyle olmayabilir.

Yine de bu fikir bana çok mantıksız gelmiyor. Sirkadyen ritmi bozmamak adına olduğu kadar, vücuda izole edilmiş bir maddeyi vermenin etkileri açısından da takviyelerin gün içinde, ya yemeklerle birlikte ya da beslenme vaktine yakın alınmalarının daha iyi olabileceği görüşündeyim. Bu sayede diğer besinlerle sinerjistik etkilerinden faydalanılabilir, vücut için fazla olabilecek kısımları alınan besinlerdeki diğer maddelerce dengelenebilir. Aynı yemek yerken aldığımız vitamin ve minerallerde olduğu gibi…

Bazı takviyelerden maksimum faydayı sağlamak için aç karna ve diğer takviyelerden uzak alınması önerilir. Takviyenin kullanılma sebebine bağlı olarak en azından durum düzelene kadar bunun daha avantajlı olduğu yerler olabilir. Yine de bu alınma zamanını gündüz beslenmemiz gereken zamanın içerisinde tutmak, vücudun normal çalışma seyriyle daha uyumlu olabilir görüşündeyim.

Bazı kaynaklarda gece yatmadan önce içilmesi önerilen takviyelerden, glutamin ve kollajeni de bu vesileyle burada analım… Bunlar da aynı glisin gibi protein takviyeleri oldukları için geç saatte yemek yemenin yarattığı etkileri yaratabilirler diye düşünüyorum.

Metiyoninle Beslenen Kanser Hücreleri Bize Ne Ders Verebilir?

Metiyonin, vücudumuzun birçok fonksiyon için ihtiyaç duyduğu temel bir aminoasit. Yumurta, balık, et, tavuk, hindi, süt ürünleri, bakliyat ve bazı kuruyemişlerde bol bulunuyor. Esansiyel bir aminoasit olarak kabul ediliyor, yani dışarıdan alınması gerekiyor. Ancak vücut kullandığı metiyonini, bazı yardımcı maddelerin varlığında yeniden üretebiliyor. Bu döngüde homosistein, SAM, metil folat gibi maddeler kullanılıyor.

Nature dergisinde yayınlanan çok taze (6 Mayıs 2019 tarihli) bir makaleye göre (1) tümör kök hücrelerinin vücuttaki diğer hücrelerden farklı olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için mutlaka dışarıdan aldıkları metiyonine ihtiyaçları var ve metiyonin yokluğunda tümör oluşturma kabiliyetlerini kaybediyorlar.

Tümörler çok heterojen bir yapıya sahiptirler ve içlerinde farklı kanser hücre grupları bulunur. Kanser kök hücreleri de bu gruplardan biridir. Bu kök hücreleri tümörün oluşmasından sorumludurlar ve geleneksel kemoterapiye oldukça dirençlidirler. Agresif kanserlerde, kanserin yeniden ortaya çıkmasında ve metastaz yapmasında bu hücreler rol oynarlar (1).

Nature’da yayınlanan çalışmada, akciğer kanseri kök hücreleri alınıp vücut dışında bir kültür ortamında çoğaltılmışlar. Vücuttaki aktivitelerinin gözlemlenebilmesi için aynı zamanda bağışıklık sistemleri zayıflatılmış farelerin vücutlarına da yerleştirilmişler. Bu hücrelerin tümörleşme faaliyetinin çok yüksek olduğu, hızlı bir şekilde kolonileşmeleriyle ve farelerin vücutlarına yerleştirildiklerinde hemen tümörleşmeleriyle onaylanmış.

Daha sonra kanser kök hücrelerinin yerleştirildiği ortamdan metiyonin 48 saat boyunca uzaklaştırılmış. Metiyonin yokluğunda hücrelerin koloni oluşturma kabiliyetleri oldukça azalmış. Bu hücreler farelere yerleştirildiğinde hücrelerin tümör oluşturma kabiliyetlerinin oldukça azaldığı, oluşan tümör kütlesindeki %94’lük azalmayla görülmüş. Daha sonra aynı deney 24 saatlik süreyle tekrarlanmış ve bu süre bile kanser kök hücrelerinin tümör oluşturma potansiyelini geri dönüşümsüz olarak ortadan kaldırmaya yetmiş.

Hücreler yeniden metiyonin bulunan ortama yerleştirildikleri halde tümör oluşturma potansiyelleri geri gelmemiş.

Fig. 2
Farklı aminoasitlerin kısıtlanmasıyla farelerde oluşan tümör boyutlarındaki fark etkileyici…

Metiyonin temel bir aminoasit olduğu için kısa süreli olarak azalması bile hücre canlılığını olumsuz yönde etkileyebilir. Araştırmacılar “Acaba başka bir temel aminoasiti ortadan kaldırsak aynı etkiyi görür müydük?” sorusuna cevap verebilmek için, threonin, lösin ve triptofan aminoasitlerini ayrı ayrı besi yerinden kaldırarak aynı deneyleri uygulamışlar. Bunların kısa süreli olarak verilmemesi tümörojenik faaliyeti etkilememiş, hücreler canlı kalmaya devam etmişler ve tam besi yerine geri yerleştirildiklerinde tümör oluşturmaya devam etmişler.

Ayrıca metiyoninden fakir hücreleri üç farklı şekilde kurtarmayı denemişler.

Birinci gruba homosistein takviyesi verilmiş. Normalde vücutta homosistein ve bazı yardımcı maddelerle metiyonini yeniden oluşturabiliriz. Ancak bu hücrelerde homosistein verilmesi hücreleri kurtaramamış. Yani sağlıklı vücut hücrelerinin aksine mutlaka dışarıdan gelen metiyonine ihtiyaç duyuyorlarmış.

İkinci gruba SAM takviyesi verilmiş, metilasyon için metiyonine olan ihtiyacı ortadan kaldırabilir miyiz diye anlamaya çalışmışlar. Bu yöntem tümör oluşturma potansiyelini yeniden biraz artırmış.

Üçüncü grup ise tüm aminoasitlerin bulunduğu bir ortama yeniden yerleştirilmiş. 48 saat sonra tümör oluşturma potansiyeli geri gelmemiş. Bu da metiyoninin ortadan kalkmasının bu hücrelerde uzun süreli epigenetik bir değişikliğe neden olmak suretiyle tümör oluşturma potansiyellerinin ortadan kalkmasına yol açtığını düşündürmüş.

Araştırmacılar, bu sonuçların laboratuvar ortamında olduğunun, insan vücudundaki kanser kök hücrelerinin farklı davranış sergileyebileceğinin de altını çizmişler.

Metiyonin sınırlandırmasının kanser üzerine olumlu etkilerine dair başka çalışmalar da var…

2015 tarihli bir derlemede metiyoninin azaltılmasının farklı kanser türlerine etkilerine dair çalışmalara yer verilmiş (2):

  • Bir çalışmada meme kanseri kök hücrelerinin çoğalması, metiyonin kısıtlamasıyla azalmış.
  • Prostat ve beyin kanserli kemirgenlerde yapılan çalışmalarda metiyonin kısıtlaması olumlu sonuç vermiş.
  • 2002’de yapılan bir klinik çalışmada metastatik kanseri olan 8 kişi metiyonini azaltılmış proteinle beslenmiş. Dolaşımdaki metiyonin %58 oranında azalmış. Hormonal olmayan prostat kanseri olan bir katılımcıda 12 haftanın sonunda PSA’da %25 azalma görülmüş.
  • Bir çalışmaya göre tek bir günlük metiyonin kısıtlamasıyla bile vücutta dolaşan metiyonin seviyesi ortalama %41 azalabiliyormuş.
  • Metiyonin alınmadığında, yeterli kalori alınsa bile kilo kaybı olabildiği görülmüş.

Neden Metiyonin konusundaki bu makale ilgimi çekti?

Metiyonin, yıllardır yalnızca kanser değil, uzun ömrün sırlarını araştıran çalışmaların da konusu olmuştur ve yüksek proteinli diyetlerin eleştiriye uğradıkları noktalardan birini oluşturmuştur. Özellikle de hayvansal proteinlerin ömrü kısalttıkları ve kansere yol açtıkları söylenir. Ve bunun altında yatan nedenlerden birinin de metiyonin olabileceği düşünülür.

O halde metiyonini kısıtlamalı mıyız?

Başlangıçta da bahsettiğim gibi metiyonin vücutta önemli hücresel işlevlerde görev alıyor, bu yüzden aslında korkmamız gereken bir aminoasit değil.

Chris Kresser’ın bir yazısında belirttiği gibi sorun metiyonini fazla tüketiyor olmamız değil, onu dengeleyen glisin aminoasitini az alıyor olmamız olabilir (3). Glisin, fazla metiyoninin karaciğer yoluyla atılmasında rol oynuyor (4). Kresser’ın bahsettiği 2011 yılına ait bir çalışmaya göre (4), glisini artırmak da metionini kısıtlamakla aynı ömrü uzatıcı, sağlıklı etkileri sağlıyor. Mart 2019’a ait başka bir çalışma da glisinin bu olumlu etkilerini doğrulamış (5).

Glisinin hangi gıdalarda bol bulunduğuna baktığımızda bizim çok da fazla tüketmediğimiz, hayvanların kıkırdakları, kemikleri, ligamentleri, derileri gibi bölgelerinde olduğunu görüyoruz.

İnsanlığın avcı-toplayıcı olduğu zamanlardaki beslenmesine baktığımızda bu bilgiler tam da yerine oturuyor! O zamanlarda şimdi yaptığımız gibi hayvanların sadece kırmızı etleri, derisiz, yağsız parçaları değil, her yeri yenilir, belki günlerce aç kalma ihtimaline karşın hiçbir parçası ziyan edilmezdi. Büyük ihtimalle onların tükettikleri protein çeşitleri bizimkinden çok daha fazlaydı. Dolayısısyla protein kaynaklarımızı çeşitlendirmek, kırmızı et, yumurta, süt ürünlerinin dışında kemik suları, kıkırdak, hatta yumuşak kemik parçalarını, kılçıklı balıkların kılçıklarını ve sadece glisin için değil, genel faydaları için ciğer, dalak, yürek vb. kısımları da dönüşümlü olarak tüketmek daha zengin ve aldığımız besinlerin birbirlerini dengelediği bir beslenme şekli oluşturabilir. (Bunların mümkünse GDO’suz, antibiyotiksiz beslenen, serbest dolaşan veya avcılıkla elde edilen hayvanlardan olmasına dikkat ederek…)

Ayrıca yine bu toplumların büyük ihtimalle böyle hayvansal gıdalara erişimleri şimdi olduğu kadar kolay değildi ve zaman zaman da olsa bunlardan uzak kaldıkları dönemler oluyordu. Belki hayvansal gıda bulamadıkları dönemlerde otlarla, meyvelerle besleniyorlar, belki de bunları bile bulamıyor ve aç kalıyorlardı. Yukarıda 1 gün kısıtlandığında bile dolaşımdaki metiyoninin %41 azalabildiğini yazmıştım. Bu yüzden her gün aynı yiyeceklerle beslenmek yerine zaman zaman bazı grupları bir iki günlüğüne beslenmemizden çıkarmanın faydaları olabilir.

Açlık uygulamalarının sayısız faydası olduğunu hepimiz biliyoruz. Metiyonin kısıtlamasıyla ilgili bu tarz çalışmalar da bu faydalarla örtüşüyor aslında. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı dolayısıyla oruç tutuyorsanız veya sağlık faydalarından dolayı aralıklı (fasılalı) oruç uyguluyorsanız, orucunuzu bir iki günlüğüne sebze meyvelerle bozabilirsiniz. Yine zaman zaman yapılan sadece sebze-meyve sularının tüketildiği birkaç günlük “detoks”ların da benzer etkileri olabilir.

Uzun süre aç kalmanın herkese iyi gelmediğini, bazı insanlarda kan şekerini, adrenal bezleri, kadın hormonlarını, tiroid hormonlarını kötü etkileyebildiğini hatırlatmakta fayda var. Bu yüzden böyle sorunları olanlarda tamamen aç kalmak yerine zaman zaman bazı yiyecek gruplarını çıkarmak daha mantıklı olabilir.

Kaynaklar:
  1. https://www.nature.com/articles/s41591-019-0423-5
  2. https://www.naturalmedicinejournal.com/journal/2015-12/role-methionine-cancer-growth-and-control
  3. https://chriskresser.com/do-high-protein-diets-cause-kidney-disease-and-cancer/
  4. https://www.fasebj.org/doi/abs/10.1096/fasebj.25.1_supplement.528.2
  5. https://onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1111/acel.12953#acel12953-bib-0016

Civa Toksisitesine Karşı Genetik Yatkınlık

Bazı insanlar, yaşadıkları sağlık sorunlarının, amalgam dolguları yapıldıktan ya da gerekli önlemler alınmadan söküldükten sonra başladığını gözlemlerken, diğerleri senelerdir amalgam dolguları olduğu halde kendilerini sağlıklı hissedebiliyorlar.

Tabi ki herkesin sağlıklı olma kriteri farklı olabilir. Vücudu ciddi alarmlar veren biri, bu belirtilerle yaşamaya o kadar alışmıştır ki kendini sağlıklı olarak addediyordur.

Yine de civaya maruz kalan herkeste aynı sorunların görülmediğini söylemek yanlış olmaz. Bazı insanlar civa ya da başka toksinlerle daha kolay baş edebiliyor gibi görünürken, diğerlerinde bu tip toksinler birçok sağlık sorununa yol açabiliyor.

Neden bazı insanlar diğerlerine göre civadan daha fazla etkileniyor? 

Bunun birçok sebebi olabilir: Maruz kalınan toksinlerin miktarı, bu miktarın zaman içerisinde mi biriktiği yoksa bir anda mı maruz kalındığı, aynı anda birden fazla toksine maruz kalınması ve birbirlerinin etkisini kat kat artırmaları, vücutta var olan patojen bakteri toksinlerinin de işin içine girmesi gibi…

Giderek daha çok dikkatleri çeken başka bir sebep ise kişinin genetik diziliminde görülen bazı normalden sapmaların (polimorfizm veya SNP’lerin) o kişiyi toksinlerin etkilerine karşı daha hassas hale getirmeleri.

2015 yılında Amerikan Diş Hekimleri Birliği üyeleri üzerinde yapılan bir çalışmayı anlatan makalenin giriş kısmında şu yoruma yer verilmiş:

“ Cıvanın risk değerlendirmesini yaparken karşılaşılan en büyük zorluklardan biri, benzer cıva miktarlarına maruz kaldıkları halde, […] saçta ölçülen cıva miktarları açısından toplulukların bireyleri arasında çok büyük farklar olması (Canuel ve arkadaşları, 2005).” Yani kişiler aynı miktarda civaya maruz kalıyor gibi görünse de atabildikleri civa miktarları farklı olabiliyor. Devam edelim… “Bireyler arasındaki cıva miktarındaki farkı, maruz kalınan cıvanın kaynağı ve dozu bir derece açıklasa da, cıvanın emilim, dağılım ve atım süreçlerindeki (başka bir deyişle toksikokinetiğindeki) farklılıklar da bu ayrımın oluşmasında önemli bir rol oynuyor olabilir. Cıva toksikokinetiği, örneğin cıvayı taşıyan, oksitleyen veya indirgeyen fonksiyonel enzimlerdeki ve proteinlerdeki değişikliklerden etkilenebilir(Gundacker ve arkadaşları, 2010).” (1)

Woods 2013 yılında 500 çocuk üzerinde yaptığı çalışmanın sonucunda demiş ki:

  • Vücutta metallotionein üretilmesini sağlayan genlerdeki anormallikler (SNP’ler), çocukların civa nörotoksisitesine yatkınlığını artırıyor.

  • Civa ve nörodavranışsal performans arasındaki ilişki en fazla erkek çocuklarda gözlemlenmiş.

  • 2 metallotionein SNP’ine sahip çocuklarda, civanın performans üzerindeki kötü etkisi en yüksek seviyede ölçülmüş. (2)

Şimdi bir de metallotioneinin vücutta ne iş yaptığına bakalım:

Metallotioneinler, sülfhidril grupları içeren çinko, bakır, demir, kadmiyum, civa ve başka metallere bağlanan küçük proteinlerdir (3). Bu özellikleriyle çinko metabolizmasını düzenlemekle birlikte aynı zamanda vücutta doğal şelatör görevi de görürler ve toksik metallerin vücuttan atılmasında rol oynarlar (4).

Metallotioneinlerin görevini daha iyi anlayabilmek için yapılan bir deneyde, araştırmacılar farelerin MT-I ve MT-II genlerini susturmuşlar. Bunun farelerde gelişimsel olarak hiçbir etkisi olmamış gibi görünse de kadmiyum zehirlenmesine karşı daha duyarlı hale gelmişler. Öte yandan MT genlerinin arttırılması ise kadmiyuma dirençlerini artırmış (5).

Kısacası yalnızca bir proteini üreten bir gendeki farklılık bile metallerin ve dolayısıyla civanın atılımını kötü yönde etkileyerek vücudun baş edemeyeceği kadar çok toksin birikmesine yol açabilir.

Daha önce yazdığım “Amalgam Konusu” başlıklı yazımda civa araştırmalarında öne çıkan başka genetik varyasyonları da bulabilirsiniz.

Genetik olarak şanssızsak…

Artık genlerimizin kader olmadığını biliyoruz. Epigenetik bilimi gösterdi ki çevresel faktörler, genlerin nasıl dışa vurulacağı konusunda oldukça büyük rol oynayabiliyor. Vücudunuz için yarattığınız ortam, genlerin açma kapama düğmelerini kontrol edebiliyor. Yedikleriniz, uykunuz, güneş ışığı almanız, doğada zaman geçirmeniz, iyi sosyal ilişkilerinizin olması, doğru nefes almanız gibi birçok etken bu ortamın daha iyi olmasını sağlayabilir. Bunların alakasız olduğunu düşünebilirsiniz ancak her biri vücuttaki biyokimyasal olayların tıkır tıkır yürümesini kolaylaştıran unsurlar.

Tabi vücudun toksinlerle baş edebilme gücünü artırmaya çalışırken, dışarıdan maruz kalınan toksinleri elimizden geldiğince azaltıp bedenin yükünü hafifletmemiz gerektiğini de hatırlayalım…

Terlemeyle Ağır Metalleri Atmak Mümkün mü?

Terleme, toksinleri atmak için iyi bir yöntem olarak bilinir ve detoks için genel tavsiyeler arasında sayılır. Pekiyi konu ağır metallere gelince terleme ne kadar etkili? Benim gibi yuvarlak laflar duyduğunda “Acaba binlerce kez tekrar edildiği için mi doğru kabul ediyoruz, yoksa gerçekten böyle mi?” diye düşünenlerdenseniz, terlemeyle ilgili araştırmalardan bahsedeceğim bu yazım ilginizi çekebilir. Bu yazıyı geçenlerde greenmedinfo.com sitesinde, kurucusu Sayer Ji’nin yazdığı bir yazı üzerine yazdım. Ancak o, yazısında, terlemenin yalnızca vücut sıcaklığını ayarlamaya yaramadığını, toksinleri de atmada önemli olduğunu vurgularken, ben yazının kaynakçasından ulaştığım ve birçok araştırmayı derlemiş olan bir çalışmadan dikkatimi çeken noktaları paylaştım.

Özetle

Çalışmalardaki bireylerde terlemeyle atılan ağır metallerin miktarı, genel olarak, idrar ve kanlarında tespit edilen ağır metal miktarlarından daha fazla bulunmuş. Hatta bazı bireylerde terde ağır metal tespit edilirken kanda ya da idrarda tespit edilememiş. Katılanları terletmek için egzersiz, sauna ya da terlemeyi uyarıcı ilaçlar kullanılmış.

 

Bu arada Sayer Ji, yazısında, plastiklerde bulunan ve birçok sağlık sorunuyla ilişkisi olan bisfenol-A (BPA) ve fitalatların da terdeki ölçümlerinin, idrar ve kan serumundaki miktarlarından daha yüksek olduğunu gösteren çalışmalara yer vermiş. Hatta burada da bazı katılımcılarda idrarda veya kanda bu maddeler tespit edilemezken terde tespit edilmiş. Yani ter, bu maddeler için de iyi bir atılım yöntemi olabilir.

Şimdi ağır metallere dönelim. Civa, kurşun, kadmiyum ve arseniğin ölçüldüğü 20’den fazla çalışmayı içeren bir analizden dikkatimi çeken çalışmaların sonuçları şu şekilde (2):

Civa:

  • Kanada’da yapılan, 10 sağlıklı, 10 da kronik sorunları olan bireyin incelendiği çalışmada ortalama kan, idrar ve ter civa miktarları, terde bir parça yüksek olsa da birbirine yakın çıkmış diyebiliriz (sırasıyla 0.61, 0.65, 0.86 mcg/L). Ancak her üç örneğinde de civa tespit edilen kişilerin sayısı 16 iken, geri kalan 4 kişide yalnızca terde civa görülmüş. Yani bu kişilerde teşhis amaçlı kan ve idrar civa testleri yapılsaydı, sonuç negatif çıkacağı için vücutlarında civa olmadığı düşünülecekti.
  • 1978’de paylaşılan bir vakada, 13 yıl boyunca termometre üreten bir yerde çalışarak günde bir saat civa buharına maruz kalan bir işçinin tedavisi anlatılmış. Son 6 ayında artık iş göremez duruma gelen hastaya, önce iki ay boyunca çeşitli şelasyon ajanları verilmiş. Ardından da birkaç ay boyunca hergün terleme ve fizyoterapi seansları uygulanmış. Tedavi boyunca terde civa atıldığı yapılan ölçümlerle görülmüş. Tedavi sonunda ise, hastada herhangi bir yan etki oluşmadan, kan, idrar ve terde ölçülen civa miktarları normal seviyelere inmiş (3).

Kurşun:

  • Yukarıda bahsettiğim Kanada çalışmasında, ter, kan ve idrardaki kurşun miktarları ortalama olarak şöyle bulunmuş: 31, 0.12, 1.8 mcg/L. Burada terde atılan miktarın oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Bütün katılımcılarda kurşun her üç örnekte de tespit edilmiş. Kurşun her yerde!
  • 1991’de İngiltere’de çok ilginç bir çalışma yapılmış. İki gönüllü toplamda 20mg olmak üzere 1 veya 2 kez kurşun klorür içmişler! Bu nasıl bir bilim aşkıdır? Veya doktoralarını tamamlamak için zehir içmeye bile razı iki araştırmacı mıydı bunlar? Bunları bilemiyoruz… Ama sonuç olarak akut dönemde ölçülen bu kurşun bileşiği bu defa terde fazla atılmamış. Kurşunu içtikten sonraki 4. saatte kanda en yüksek seviyesine ulaşmış. Ilk 24 saatte bu yüksek seviyesini korumuş ve sonraki birkaç hafta içinde yavaş yavaş düşüş göstermiş. İdrarda da buna paralel miktarlar tespit edilmiş. Bu çalışma o kadar ilgimi çekti ki açıp okudum ve bunun aslında ilk olmadığını gördüm! Birçok başka çalışma daha varmış. Bunlardan birinde, bir araştırmacı, 16 -başlangıçta- sağlıklı deneğe nikel içirmiş! Ve sonrasında terde anlamlı bir atılım görememiş. Kanda ve idrardaki nikelde artış olduğu halde… Bizim kurşun içiren araştırmacılar, daha önceki başka çalışmaları da hesaba katarak bunlardan şu sonucu çıkarmışlar: Bu tip ağır metaller akut safhada dokulara henüz geçiş yapmadığı için kan ve idrarda daha fazla görülüyor. Kronik olarak maruz kalındığında ise dokularda birikim artıyor ve dolayısıyla terle atılımları da artıyor (4).
  • 1986’da Almanya’da yapılan çalışmada, aerobik dayanıklılık antrenmanlarıyla (kürek çekme) atılan kurşun miktarı, daha kısa süreli ama daha yoğun antrenmanla (bisiklet sürme) atılan kurşun miktarından daha fazla bulunmuş (değerler kanda ölçülmüş). Yani bu çalışmaya göre daha uzun süre boyunca terlemek, daha kısa sürede aynı (veya daha fazla?) oranda terlemekten daha avantajlı olabilir.

Kadmiyum:

  • Kanada’da, yukarıda bahsettiğim çalışmada, katılanların sadece üçünde kan, idrar ve ter olmak üzere bütün örneklerde kadmiyum tespit edilebilirken, 17’sinde ise terde kadmiyum görülmüş. Yani ter, kadmiyum tespiti için iyi bir yöntem olabilir. Tespit edilen ortalama miktarlara bakıldığında ise kadmiyumun terle diğer yollara göre daha iyi atıldığı görülüyor. Kan, idrar ve terdeki ortalama miktarlar, sırasıyla: 0.03, 0.28, 5.7 mcg/L.
  • ABD’de 28 öğretim görevlisinin gönüllü olduğu çalışmada terde tespit edilen kadmiyum miktarı 11-200mcg/L arasında değişirken, idrarda ise 0-67mcg/L arasındaymış. Terlerinde fazla kadmiyum olanların idrarında da fazla kadmiyum olması gibi bir durum çıkmamış ortaya. Buradan da tek başına yapılan bir idrar testinin her zaman vücuttaki durumu yansıtmayacağı sonucunu çıkarabiliriz.

Arsenik:

  • Bangladeş’te arsenik zehirlenmesi geçiren ve cilt belirtileri gösteren bir grup, içme suyunda arseniğe maruz kalan başka bir grup ve hiç arseniğe maruz kalmayan üçüncü bir grup karşılaştırılmış. Bekleneceği üzere arseniğe maruz kalanlarda terdeki arsenik miktarı, maruz kalmayanlardan birkaç kat fazla bulunmuş. Arsenik zehirlenmesi grubuyla içme suyundan arsenik alanlar arasında herhangi bir fark görülmemiş. Acaba terde atılabilecek maksimum bir arsenik miktarı mı var, yoksa içme suyuyla alınan arsenik de belki uzun döneme yayıldığı için cilt belirtilerine yol açmasa da çok mu yüksekti diye merak ettim açıkçası…  Burada bildiklerimizi onaylayan başka bir bilgi de, arsenikle birlikte çinko ve E vitaminin de atıldığının görülmesi. Bu, diğer ağır metallerde olduğu gibi, arsenik toksisitelerinde de bu vitamin ve minerallere olan ihtiyacımızın arttığını gösteriyor.
  • Yine Kanada’daki çalışmada, 20 katılımcının 17’sinde arsenik tespit edilmiş. Bu defa en fazla arsenik idrarda ölçülmüş. ( Ortalama miktarlar idrar, ter ve kanda sırasıyla 37mcg/L, 3.1mcg/L, 2.5mcg/L)

Bu bulgulardan bence iki önemli sonuç çıkarabiliriz:

Birincisi; egzersiz, sauna veya başka bir yolla terlemeyi rutin olarak uygulamak, zaman içerisinde vücut ağır metal yükünü sandığımızdan daha fazla azaltabilir. Yazının başında da söylediğim gibi  “Terlemek toksinleri atar,” deriz ama ağır metal şüphesi duyduğumuzda ilk aklımıza gelen detoks yöntemi genelde şelasyon ajanları ya da takviyeler almak olur. Bu ajanlarla atılan metal miktarını terle atılan miktarla kıyaslayamam ama bu tarz ilaçların en hafiflerinin, en bitkisel olanlarının bile yan etkileri olabiliyor. Bu yüzden dokuda biriken ağır metali kana geçirip atmaya çalışmakla kıyaslandığında terlemek bana daha güvenli bir yöntem gibi geliyor. Dediğim gibi etkinliklerini kıyaslayamam ama en azından diğer yöntemlere ek olarak uygulanması işleri hızlandırabilir görüşündeyim.

Çıkarabileceğimiz ikinci sonuç ise ter testlerinin, vücut birikimini ölçmede genelde pek işe yaramayan kan ve idrar testlerine yeni bir alternatif olabilecek olması. Bu yükü ölçmede kullanılan saç, eritrosit, hücre içi spektrofotometre analizleri (oligoscan, zell-check) gibi başka testler de var. Saç testleri idrar ve kana göre daha güvenilir bulunsa da bazen direkt olarak durumu yansıtmayabiliyor ve mineral oranlarından yorum yapmak gerekebiliyor. Zell-check ise çok pratik bir test olsa da bazı araştırmacılar tarafından doğru olmadığı yönünde eleştiriliyor (5) (6). Kısacası vücuttaki ağır metal yükünü tam olarak anlamak için henüz herkesin geçerli gördüğü bir yöntem bulunabilmiş değil. Bu yüzden terdeki miktarın ölçülmesi de başvurabileceğimiz başka bir yöntem olabilir.

Terleyemiyorsanız…

Kalıtsal ya da sonradan gelişen, ter bezlerine, cilde veya sinirlere hasar veren bir rahatsızlığınız yoksa terleyememe zaman içinde düzelebilir. Özellikle de toksinlere maruz kalan insanlarda, otonom sinir sisteminin vücut ısısını dengeleyici özelliği azalabildiği için terlemenin de zorlaşabileceği belirtilmiş(2). Bunu düzenleyebilmek için beslenme ve gıda takviyeleri yardımıyla biyokimyasal süreçlerin düzeltilmesi, ayrıca lenf drenajını uyarıcı yöntemler ve sauna öncesi egzersiz önerilmiş (2). Lenf drenajını uyaran yöntemlere örnek olarak masaj, kuru fırçalama, trombolinde zıplama ve her türlü başka egzersizi gösterebiliriz. Daha önce düzenli egzersiz yapan biri değilseniz, ilk antrenmanınızda çok iyi sonuç almayı beklemeyin. Daha uzun süredir düzenli egzersiz yapanların daha iyi terleyebildikleri görülmüş. Bu yüzden vücuda uyum sağlaması için biraz zaman vermek gerekiyor… Ve tabi bol su içmek de terlemenin başka bir püf noktası. Bol su içip egzersiz konusunda ısrarcı olduğunuzda yavaş yavaş daha kolay terleyebildiğinizi göreceksiniz. Terlediğinizde artan mineral atılımını telafi edebilmek için beslenmenize de özen göstermeniz gerektiğini de küçük bir hatırlatma olarak yazayım.

Fırçasız, Macunsuz, Taş Devrinde Ağız Sağlığı

2007 yılında İsviçre Ulusal Televizyonu, Zürih ve Bern Üniversitelerinden akademisyenlerle iletişime geçerek, 1 ay boyunca, korunmaya alınmış bir doğal yaşam bölgesinde, yapay bir taş devri ortamında yaşayacak olan 10 gönüllüyü gözlemlemelerini istemiş (1). Katılımcı grup, anne, baba ve birer çocuktan oluşan iki aile ve iki genç erkek bireyden oluşuyormuş. Barınma, giyinme ve beslenme konusunda İsviçre’deki arkeolojik bulgulardan faydalanılarak MÖ 4000-3500 yılları arasında bu bölgede var olan koşullar olabildiğince taklit edilmeye çalışılmış. Yiyecek olarak yalnızca işlenmemiş arpa, bölgeye özgü buğday türleri, biraz tuz, yabani otlar, bal, süt ve yerel olarak yetişen keçi ve tavuk stokları varmış. Ve bu stok tam olarak 4 haftalık bir beslenme ihtiyacını karşılamayacağı için katılımcılar doğadan meyve ve yenebilen bitkiler toplamak ve ağları olmadan balık tutmak gibi yöntemlere başvurmak zorundalarmış. Ayrıca rafine şekere erişimleri yokmuş. Modern mutfak gereçleri ve ocakları da yokmuş ve kendi ateşlerini kendileri yakmak zorundalarmış.

Deneyde tüm beden sağlığıyla ilgili bulguların öncesi sonrası değerlendirilmiş ama benim bu yazıda sizlerle paylaşmak istediğim kısmı ağız diş sağlığı bulguları. Çünkü bence deneyin en ilginç kısımlarından biri, katılımcıların bir ay boyunca hiç diş fırçası, diş macunu, diş ipi veya benzeri modern bir diş temizleme aracına erişimi olmaması! Araştırmacılar katılanlara dişlerini nasıl temizlemeleri gerektiği hakkında hiçbir yönlendirmede de bulunmamışlar. Ağaç dalları veya başka doğal malzemeleri kullanmalarına yasak yokmuş. Sizce bir ayın sonunda diş sağlıkları ne hale gelmiş olabilir? Bir ay boyunca dişlerinizi fırçalamadığınızı düşünebiliyor musunuz?

Katılanlara ağız içi ve dışı muayeneler yapılmış. Diş ve dişetlerinin birleşim yerlerindeki boşlukların (dişeti ceplerinin) derinlikleri ölçülmüş. Bu derinliğin artması dişeti iltihabına ve ilerleyen aşamalarda dişi tutan kemikte yıkım olduğuna işaret eder. Katılanların ağızlarının iki farklı bölgesindeki plak miktarları da belli bir standart ölçme sistemine göre kaydedilmiş, yani plak indeksleri alınmış. Dişlerin üzerinde biriken plak, yiyecek artıkları, mikroorganizmalar ve tükürük elemanlarının oluşturduğu bir tabakadır ve çürük ve diştaşı oluşumuyla ilişkinlendirilir. Bunun dışında katılımcıların dişeti sağlıkları yine standart bir ölçme sistemine göre ölçülerek kaydedilmiş, kısaca gingival indeksleri alınmış. Dişetlerinin kolayca kanayıp kanamaması, ödemli ve kırmızı olup olmaması dişeti sağlığının ne durumda olduğunu gösteren başlıca özelliklerdir. Ayrıca dilden, dişlerinin üzerinden ve yukarıda bahsettiğim dişle dişeti arasındaki oluklardan örnekler alınarak mikrobiyolojik olarak incelenmiş.

Bir ay sonunda ne olmuş?

Bir ay boyunca tabi ki hiç dişlerini fırçalayamayan katılımcıların plak indeksleri artmış, yani dişlerinin çevresindeki plak birikimi ilk halinden daha fazlaymış. Ama bu artışla birlikte görülmesi beklenen dişeti iltihabı bulgularına rastlanmamış. Hatta 4 haftanın sonunda “sondalamada kanama” %34.8’den %12.6’ya düşmüş! Sondalamada kanama olması dişetlerinin sağlıklı ve sıkı olmadığını, iltihaplı ve hassas olduğunu gösterir. Bir ay boyunca hiç dişlerini fırçalamadıkları halde katılımcılarda bu indeks ciddi şekilde düşüş göstermiş. Dişetleri daha dirençli hale gelmiş. Diğer değerlerde ise kötüleşme değil çok küçük oranlarda da olsa iyileşmeler olmuş.

Mikrobiyolojik olarak incelendiğinde, hem diş çevresinde hem de dildeki bakteri sayılarında artış görülmüş ama diş çürüğü ve dişeti hastalıklarıyla ilişkilendirilen patolojik türlerde artış gözlemlenmemiş. Daha fazla bakteri olması klinik olarak dişeti iltihabı bulgularına yol açmamış. Demek ki bu yeni beslenme şekline göre şekillenen ekosistem, konağa da zarar vermeyecek bir denge yakalamayı başarmış.

Bu bulgular ne anlama geliyor olabilir?

Daha önceden Weston Price’ın çalışmalarına aşina olanlar için bu sonuçlar aslında çok da sürpriz değil. Weston Price, 1870-1940 yılları arasında yaşamış, diş çürüğü ve çapraşık dişlerin sebebini araştırmak için, modernleşmemiş ve dünyadan izole bir şekilde yaşayan toplumları gözlemlemek üzere dünyayı dolaşmış bir diş hekimi. Birçok bölgeden farklı kabileler üzerinde yaptığı gözlemler sonucunda, kendi geleneksel beslenme şekilleriyle beslenen bu toplumların diş çürüğü ve çapraşık dişlerinin olmadığını, çenelerinin çok daha iyi geliştiğini, ayrıca vücutlarının da daha dayanıklı ve hastalıklara karşı daha dirençli olduğunu görmüş. Bu toplumlardan çıkıp modern bir hayatı benimseyen üyelerde ise bu özelliklerin kaybolduğunu gözlemlemiş. Weston Price’a göre bu geleneksel diyetlerin ortak özellikleri, günümüz beslenme şekline göre 4 kat daha fazla kalsiyum ve diğer mineralleri ve en az 10 kat daha fazla yağda çözünen vitaminleri içermeleriymiş (2).

İsviçre’deki araştırmada tabi ki dişlerin ve çenelerin gelişimini etkileyebilecek kadar uzun bir zaman diliminden söz edemeyiz. Ancak işlenmiş şeker ve başka hazır gıdaları içermeyen ve bölgenin en eski beslenme şeklini yansıtan bir diyetin dişeti sağlığına olumlu katkılarının olması, Weston Price’ın bulguları ışığında değerlendirildiğinde gayet normal. Ayrıca işlenmiş karbonhidratların ağız sağlığı üzerindeki etkilerine dair daha birçok çalışma bulunuyor. Bununla birlikte araştırmacılar sonucun böyle olmasında, katılımcıların diyetlerindeki bal, meyve ve tahılların antibakteriyel, antiviral ve antifungal özelliklerinin ve yedikleri mantarların immün sistemi değiştirici etkilerinin payı olabileceğini vurgulamışlar.

Bana kalırsa katılımcıların yaşadıkları değişimi yalnızca diyet açısından da değerlendirmemeliyiz. Gün ışığına maruz kalmaları, gündüz yiyecek toplamak için hareket etmek ve doğada vakit geçirmek zorunda olmaları, gece olduğunda sirkadyen ritimlerini bozacak ekranlara sahip olmamaları, uyku düzenlerinin ister istemez doğal ritimlerini düzenleyecek şekilde olması vücutlarındaki birçok biyokimyasal olayı düzene sokmuş olmalı. Doğru zamanda sindirim enzimleri, kortizol, insülin, melatonin vb. hormonları, safra salgıları salgılandı. Yiyeceklerinde kimyasal ilaçlar değil, doğal probiyotik canlılar vardı. Belki farklı bir ortamda olmanın verdiği bir stres oluştu ama bu büyük ihtimalle günlük yaşantımız içerisinde farkında olmadan sürekli yaşadığımız kronik stres gibi değildi. Bütün bu etkenler de dişeti sağlıklarında gördüğümüz olumlu değişikliklerde dolaylı yoldan da olsa bir paya sahip olabilir.

O halde diş fırçalamak önemsiz mi?

Bu yazdıklarımdan, eğer tamamen doğal bir diyetle besleniyorsanız dişlerinizi fırçalamanıza gerek yok sonucunun çıkarılmasını tabi ki istemem. Günümüzde diş fırçası ve diş ipi gibi lükslerimiz varken bunları elbette kullanacağız. Ancak belki gerçekten çok saf beslenen biri hiç diş macunu kullanmamayı düşünebilir. Yani bence amacımız plağı ortadan kaldırmak ancak sağlıklı bir flora varsa bunu rahatsız etmemek olmalı.

Zaten diş macunu kullanımının herhangi bir fayda sağlayıp sağlamadığına dair yapılan birçok çalışmada da böyle bir faydası olmadığı sonucuna ulaşılmış (3). Bu yüzden, “Aktif karbonlu mu olsun, bentonitli mi?” tartışmasını artık bir kenara bırakalım diyorum.

Sağlıklı ağız, diş ve çene gelişimi ve bunun korunması için fırça ve macundan çok, beslenme ve hayat tarzımızın ilk sıraya oturması gerekiyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, ağız sağlığımız fırçamızın tasarımı kötü olduğu veya yanlış macunu kullandığımız için bozulmuyor. Diş ve dişetlerimize zarar verecek bir ortamın oluşmasını beslenme şeklimizle destekleyen bizler oluyoruz ve fırçayla macun yalnızca bu ortamla baş etmek için kullandığımız yöntemler oluyor. Yani bir yandan sandalda delikler açıyoruz, bir yandan da suyu boşaltmaya çalışıyoruz.

Beslenmeye bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. Örneğin sadece şeker yememek de yetmiyor maalesef. Birçok anne, sırf evde yaptığı için kekin böreğin zararlı olmadığını düşünüyor (çocukları çürüklerle dolu gelen annelerden biliyorum). Aynı şekilde okullarda da maalesef çocuklar en iyi ihtimalle haftada birkaç kez bu tarz gıdalar yiyorlar. Ve asıl ihtiyaç duydukları besin değeri yüksek gıdaları çoğu zaman yeterince alamıyorlar. Sonra da çürüğe eğilimleri var diye koruyucu önlem(!) olarak florlanıyorlar.

Sanırım başka bir yazıda Weston Price’ın bulgularını daha detaylı inceleyip sağlıklı ağız ve çene gelişimi için önerdiği beslenme şeklinden bahsetmek yerinde olacaktır.

Her zaman olduğu gibi yorum ve sorularınızı bekliyor olacağım…

Antibiyotik sonrası probiyotik kullanımı yanlış mı?

Eylül 2018 tarihli çok yeni bir çalışma yine kafalarımızı karıştırdı! Probiyotiklerin önemini anlamış birçok doktor artık antibiyotik kullanımı sırasında veya sonrasında probiyotik kullanılmasını da öneriyor. Özellikle de çocukluk döneminde kullanılan antibiyotikler ileride obezite, allerji, otoimmün hastalıklar, iltihabi bağırsak hastalıkları gibi durumların gelişmesine zemin hazırlayabiliyorlar. Bu yüzden probiyotiklerle, antibiyotiklerin yok ettiği faydalı bakteri mikrobiyomunu olabildiğince yeniden inşa etmeye çalışılıyor. Antibiyotiklere bağlı gelişen başka bir sorun da antibiyotik ishali ve probiyotikler fırsatçı patojenlerin yaratabileceği bu durumu engellemek ve düzeltmek için de kullanılıyor.

Bahsettiğim bu yeni çalışma ise antibiyotik sonrası probiyotik kullanımının, mikrobiyomu yeniden inşaa etmede faydadan çok zarar getirebileceğini göstermiş!

Cell’de yayınlanan çalışma, hem fareler hem insanlar üzerinde yapılmış. Deneklere antibiyotik verildikten sonra gruplar üçe ayrılmış: antibiyotik sonrası herhangi bir işlem yapılmayanlar, probiyotik verilenler, bireylerin kendinden işlem öncesi alınan dışkı nakline tabi tutulanlar.

Farelerde yapılan kısmı anlatmıyorum ancak sonuçların hemen hemen benzer olduğunu söyleyebilirim. Şimdi insanlar üzerinde yapılan kısma geçelim.

Nasıl yapılmış?

Normalde probiyotik kullanmayan 21 sağlıklı gönüllüye 7 gün süreyle, geniş spektrumlu (birçok türe karşı etkili) antibiyotikler olan siprofloksasin ve metronidazol grubu antibiyotikler kullandırılmış (zavallı gönüllüler diyorum!).

Katılımcılardan 7’si bu süre sonunda sadece gözlenmiş. 6’sı antibiyotik öncesi kendilerinden alınan dışkı kullanılarak dışkı nakline (aFMT – otolog fekal mikrobiyota transferi) tabi tutulmuş. 8’i ise 4 hafta boyunca günde 2 kez, 11 bakteri suşundan (alt türlerden) oluşan ticari bir probiyotik kullanmış. Merak edenler için bu suşlar: Lactobacillus acidophilus, L. casei, L. casei sbsp. paracasei, L. plantarum, L. rhamnosus, Bifidobacterium longum, B. bifidum, B. breve, B. longum sbsp. infantis, Lactococcus lactis ve Streptococcus thermophilus.

Bütün katılımcılara antibiyotik kullanımından hemen sonra ve 3 hafta sonra iki kez derin endoskopi ve kolonoskopi yapılmış. 6 ay boyunca birçok kez dışkı örnekleri ve mide ve bağırsakların farklı bölgelerinden birçok biyopsi örnekleri alınmış. Bu örnekler bakteri sayısı, çeşitliliği, bakterilerin hangi biyokimyasal süreçlere katkısı olduğu ve hangi epigenetik değişikliklerde rol oynadıkları gibi soruları araştırmada kullanılmış. Kısacası, kişi sayısı fazla olmasa da oldukça kapsamlı ve çok yönlü bir araştırma yapılmış.

Sonuçlar:

Bekleneceği gibi antibiyotik kullanımı, dışkı mikrobiyomunda yaygın bir azalmaya sebep olmuş. Mikroorganizma çeşitliliği de antibiyotikten payını almış tabi.

Antibiyotik sonrası probiyotik kullananlarda dışkıda görülen mikroorganizma sayısı diğerlerine göre daha fazla artış göstermiş. Ama bu istediğimiz sonucu vermiş mi? Maalesef hayır…

Araştırmacılar çalışma sırasında alınan dışkılardaki türleri, antibiyotik kullanımı öncesindeki türlerle kıyaslamışlar ve bu kıyaslamayı özel bir indeksle sayısal hale getirmişler. Bu indekse göre antibiyotik kullanımı sonrası durumla, başlangıç durumu arasındaki farklılık üç kattan fazlaymış. Yani antibiyotik kullanımı mikrobiyotayı oldukça değiştirmiş.

  • aFMT (kendilerinden alınan dışkı nakli) yapılanlarda antibiyotikten hemen sonraki günde başlangıç durumundan farklılık neredeyse tamamen yok olmuş.
  • Hiçbir şey yapılmayanlarda bu farklılık 21 gün sonra neredeyse yok olmuş (ama aFMT’deki kadar iyi seviyeye gelmemiş).
  • Probiyotik verilenlerde ise manzara 28 gün sonra bile başlangıç durumuna dönememiş. 180. Günde bile bu gruptaki bütün dışkılar ilk hallerinden farklıymış.

Görülen türler arasındaki farklılık yalnızca alınan probiyotiklerle de açıklanamıyormuş çünkü probiyotik çeşitleri analizden çıkarılsa bile bu fark yok olmuyormuş. Probiyotikler antibiyotikle bozulmuş bağırsağı yeniden kolonize etmeyi başarmışlar başarmasına ama ortaya çıkan tablo, antibiyotik öncesi hakim olan durumdan çok farklıymış.

Bu arada aFMT ile tamamen eski haline dönen 3 grup, kendi haline bırakılanlarda geri gelmemiş. Bu gruplar: Alistipes shahii, Roseburia intestinalis, and Coprococcus. Bunlardan Roseburia intestinalis, gözüme oldukça tanıdık geldiği için bu bilgiyi paylaşmak istedim. Antibiyotik kullanımı sonrası hemen hemen eski haline gelmeyi başaran bir grupta bile bu türün geri gelmemesi bana kalırsa oldukça önemli. Kendisi bağırsaktaki bütirat üretimini sağlayan ve bağırsağı koruyan müsin tabakasında bulunan bir bakteri. Bu yüzden bağırsak sağlığı için büyük öneme sahip (2). (Diğer türlerin de benzer görevleri olabilir, ben henüz araştırmadım.) Müsin tabakasının yok olmasının nasıl bir kısır döngüye sebep olabildiğiyle ilgili bir yazı yazmıştım daha önce. Adeta salgın haline gelen bütün kronik sorunlarda bağırsak sağlığının bozulduğu ve neredeyse her birimizin hayatının bir döneminde antibiyotik kullandığı düşünülürse, bu bakteri türünün kayboluşunun önemi daha iyi anlaşılabilir bence.

Çalışmaya dönecek olursak… Yalnızca türler arasındaki farklılık değil, görülen türlerin sayısı da probiyotik alanlarda oldukça düşük kalmış ve 5 aya varan süre boyunca eski haline veya diğer gruplardaki sayıya yaklaşamamış. Yine aFMT alanlarda ve kendi haline bırakılanlarda bu sayı 1-2 günde eski haline yaklaşmış.

Mikroorganizmaların rol oynadığı biyokimyasal süreçler açısından yapılan değerlendirmede de en iyi sonuçlar, aFMT ve kendi haline bırakılanlarda elde edilmiş. Probiyotik alanlarda ise özellikle metabolizma ile alakalı işlevlerde eksiklikler tespit edilmiş. En büyük uyumsuzluk da galaktoz metabolizmasında olmuş. Bu durumun ise laktat üretimine yol açarak bazı türlerin baskılanmasına sebep olabileceği düşünülüyor.

Yukarıda bahsettiğim gibi, araştırmacılar incelemelerinde yalnızca dışkı testlerine bağlı kalmamışlar çünkü dışkıdaki durumun her zaman bağırsağın içindeki durumu yansıtmayabileceğini biliyoruz. Bu yüzden bağırsak mukozasını ve lümenini de incelemişler. Ve bu incelemelerde de yine benzer bir tabloyla karşılaşmışlar.

Türlerin antibiyotik öncesi duruma benzerliği açısından, tür sayısının fazlalığı açısından ve biyokimyasal yolaklar açısından yapılan bütün değerlendirmelerde en iyi sonuçlar aFMT ile alınmış, kendi haline bırakılanlar aFMT’ye yakın bir başarı elde etmiş, probiyotik alanlar ise başlangıç durumundan oldukça uzakta kalmışlar.

Gastrointestinal sistemin farklı yerlerinden alınan biyopsiler üzerinde genetik dizilim analizleri de yapılmış. Antibiyotikten hemen sonra yapılan analizde transkripsiyonel manzaranın oldukça değiştiği, yani antibiyotiklerin genetik dışavurumumuzu (genlerimizde yazılı olan kodun nasıl dışarı yansıtılacağını) ciddi olarak değiştirdiği görülmüş. Antibiyotikten 3 hafta sonra yapılan ikinci analizde ise önceki sonuçlarda olduğu gibi aFMT ve kendi haline bırakılanlarda manzara eski haline yaklaşmayı başarırken, probiyotik alanlarda başlangıç noktasına dönüş olmamış. Probiyotik alanlarda özellikle iltihabi yanıtla ilgili genlerde artan aktivite görülmüş ve bunun da yerli floranın çoğalmasını engelleyen durumlardan biri olabileceği yorumu yapılmış.

Araştırmacılar çalışmanın sonuna adeta bir bonus deney daha eklemişler ve sorularımıza yanıt olabilecek bazı sonuçlar elde etmişler.

Kullandıkları probiyotikleri alıp 4 farklı türden birinin çoğalmasını teşvik edecek, birbirinden ayrı 4 besiyerine eklemişler. Bu türler Laktobasiller, Bifidobakteriler, Laktokokkuslar ve Streptokokkuslarmış. 24 saat sonra probiyotiklerin etrafında oluşan maddeyi antibiyotik kullanmamış birinden alınan dışkının anaerob kültürlerine eklemişler. Ve laktobasillerin daha fazla ürediği kaptan alınan maddenin, dışkıda bulunan doğal bakterileri en fazla rahatsız eden madde olduğunu görmüşler. Yani laktobasillerin ürettikleri metabolik ürünler, hem bağırsak sakinlerinin çeşitliliğini bozmuş hem de sayılarını azaltmış. Bu deneyde özellikle de Prevotella ve Clostridiale’lerin sayısında azalma olmuş; tıpkı insan ve fare deneylerinde olduğu gibi…

Buradan da anlaşılabileceği gibi bu negatif sonuçlara yol açan şey deneklere kullandırılan probiyotik mikroorganizmaların türleri olabilir. Farklı mikroorganizmalar ve farklı kombinasyonlar kullanılması durumunda bu kötü sonuçlar alınmayabilir. Örneğin S. boulardi gibi mayalar veya toprak bazlı probiyotikler nasıl sonuçlar verirdi görmek isterdim. Ayrıca kullanılan antibiyotikler değiştirildiğinde de farklı sonuçlarla karşılaşılabilir.

Bu arada, bu çalışmada alınan sonuçlar, yakın zamanda antibiyotik almamış ve mikrobiotası bu kadar azalmamış insanlar için geçerli olmayacaktır. Yani normalde probiyotik almak mikrobiotamıza zarar verir çıkarımını yapmamalıyız.

Bence bu çalışmadaki en güzel bulgu ise aFMT ile başlangıçtaki mikrobiotaya neredeyse tamamen geri dönülebilmesi. Daha fazla sayıda insanda yapılacak deneylerle veya antibiyotik alması gereken insanlardaki klinik çalışmalarla benzer sonuçlar elde ediliyor mu diye görülmesi gerek elbette. Ama ileride rutin olarak uygulamaya geçmesinin büyük faydasını görebileceğimize inanıyorum.

Lütfen yorum veya sorularınızı yazmaktan çekinmeyin. Paylaşarak yazımın daha çok insana ulaşmasına yardımcı olursanız mutlu olurum!

Kaynaklar
  1. Suez, J., Zmora, N., Zilberman-Schapira, G., Mor, U., Dori-Bachash, M., Bashiardes, S., … Elinav, E. (2018). Post-Antibiotic Gut Mucosal Microbiome Reconstitution Is Impaired by Probiotics and Improved by Autologous FMT. Cell, 174(6), 1406–1423.e16. doi:10.1016/j.cell.2018.08.047 https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/30193113
  2. https://www.futuremedicine.com/doi/full/10.2217/fmb-2016-0130
  3. https://ngmedicine.com/are-probiotics-useless-a-microbiome-researchers-perspective/

Hamilelikte Yenen Gluten Bebekte Diyabet Riskini Artırıyor mu?

Eylül 2018’de yayınlanan çok yeni bir çalışma (1), hamilelikte yenen gluten ile çocukta tip 1 diyabet gelişme riski arasında, miktara bağlı olarak artan bir ilişki tespit etmiş. Bu bilgiyi okuduğumda ilk aklıma gelen soru, “Suçlu gluten mi yoksa glutenin içinde bulunduğu işlenmiş karbonhidratlar mı?” oldu. Gelin makaleye birlikte bakalım…

British Medical Journal’da yayınlanan çalışmada, Ocak 1996’tan Ekim 2002’ye kadar 67 565 hamilelik sırasında, 63 529 kadına hamileliklerinin 25. Haftasında yedikleriyle ilgili bir anket yapılmış. 360 yiyecek çeşidi sunularak son 4 haftada bunlardan ne sıklıkta yedikleri tespit edilmiş. Daha sonra bu yiyeceklerde bulunan gluten hesaplanmış. Çıkan sonuca göre kadınlar gruplara ayrılmış. En az gluten tüketen grup günde 7g’dan az tüketirken, en fazla gluten alanlar ise günde 22g’dan fazla gluten alıyormuş. Her gıdada değişen oranlarda gluten var ancak fikir vermesi açısından bir dilim ekmekte 1,5-5g gluten olduğunu söyleyebiliriz (6)(7).

Çalışmanın ikinci bölümünde, 1 Ocak 1996’dan 31 Mayıs 2016’ya kadar olan dönemde, Danimarka Çocukluk ve Büyüme Çağı Diyabet Kurumu verilerinden faydalanılarak bu annelerin kaçının çocuklarında tip1 diyabet geliştiği tespit edilmiş. Ortalama 15 yıl süren bu dönemde 247 çocukta (çocukların %0,37’sinde) tip 1 diyabet geliştiği görülmüş. Tip 1 diyabet gelişme riski, tüketilen glutenle birlikte artmış ve en fazla gluten yiyenlerde bu riskin en az yiyenlerdekinin iki katı kadar olduğu görülmüş.

Artan bu riskin annelerin kilolu olmalarıyla bir ilişkisi olup olmadığı sorgulanmış ve burada ilginç bir tablo ortaya çıkmış. Grupların içerisinde vücut kitle indeksi normal, normalden düşük ve normalden yüksek olan annelerin tüm gruba göre oranları tespit edilmiş ve bu oranlar diğer gruplarların oranlarıyla karşılaştırılmış. En fazla gluten tüketen gruptaki annelerden, vücut kitle indeksi normal değerler içinde olan annelerin oranı, en az gluten tüketen gruptaki “normal” kilolu annelerin oranından daha fazlaymış. Bunun üzerine, en az gluten tüketenlerin kiloları normalden daha mı düşüktü acaba diye kontrol ettim ve aksine bu gruptaki kilolu annelerin oranının daha yüksek olduğunu gördüm. Yani en az gluten yiyenler genel olarak daha kiloluymuş diye özetleyebiliriz. Bu yüzden tip 1 diyabet görülme oranıyla annelerin vücut kitle indeksleri arasında doğru orantılı bir ilişki kurulamamış. Yani artan tip 1 diyabet gelişme riskini direkt olarak annelerin fazla kilosuna bağlayamamışlar.

Ayrıca gluten tüketimi arttıkça alınan toplam kalori de arttığı halde, sensitivite analizlerinde, alınan kaloriyle tip 1 diyabet gelişme riski arasında da anlamlı bir ilişki bulunamamış. Bu yüzden suçlunun glutenli yiyeceklerdeki yüksek kalori değil glutenin kendisi olması ihtimali biraz daha artıyor.

Bu bulgulara rağmen, araştırmacılar tip 1 diyabeti olan çocukların annelerini incelediklerinde, önceden çocuk sahibi olan, yaşı daha büyük ve fazla kilolu/obez kadınların glutene karşı daha hassas olabileceği sonucunu çıkarmışlar.

Araştırmacılar, bu kadar fazla kadın üzerinde yapılmasına rağmen, tespit edilen tip 1 diyabetli çocukların sayısının büyük olmamasından dolayı bu çalışmanın istatistiki olarak kısıtlı olduğunu söylüyorlar. Ayrıca gözlemsel çalışmalarda her zaman ölçülemeyen, gözden kaçan değişkenler olabileceğinin de altını çiziyorlar.

Araştırmacılar, az gluten tüketen annelerin, çocuklarını da benzer şekilde gluten miktarı düşük bir diyetle beslemiş olabileceği ve diyabet gelişme riskinin bu yüzden azalmış olabileceği tezini de ele almışlar. Çünkü, daha önce yapılan araştırmalarda çocuğun tükettiği gluten miktarının, ilk olarak ne zaman glutenle tanıştığının ve bu tanışma şeklinin otoimmün (Tip 1) diyabet gelişme riski üzerinde etkileri olabileceği görülmüş. Ancak araştırmacıların daha önce yine kendilerinin yaptıkları hayvan deneylerinde gözlemledikleri çok ilginç bir bulgu var: hamilelik sırasında tamamen glutensiz beslenmek diyabet gelişme riskini “neredeyse tamamen” ortadan kaldırıyor (2) (3). Bu bulgunun sadece hayvan deneylerinde görüldüğünü yinelemek istiyorum, yani insanlarda da bu sonucu verir mi sorusunun henüz net bir cevabı yok. Ama yukarıda bahsettiğim çalışmayı da hesaba katınca glutenin veya onunla ilişkili başka bir bileşenin, gerçekten de bu hastalığın gelişmesinde bir rolü olabileceği ihtimali artıyor.

Glutenle tip 1 diyabet arasındaki ilişkiye dair başka çalışmalar da var. Örneğin tip 1 diyabetli çocuklarda 6 ay boyunca glutensiz beslenme gözle görülür şekilde olumlu değişikliklere neden olmuş ve kısmi remisyon görülme oranı artmış(4). Başka bir vakada, yeni tanı konulmuş 6 yaşındaki bir çocukta glutensiz beslenme ile hastalık insülin kullanmadan kontrol altında tutulabilmiş (20 ay sonra çocuk hala insülin kullanmıyormuş)(5). Ayrıca tip1 diyabeti olanlarda, glutenle bire bir ilişkili bir otoimmün hastalık olan çölyak görülme olasılığının daha yüksek olduğunu da biliyoruz (8) (9) (10) (11).

Bana göre sonuç…

Hamilelerde yapılan yukarıdaki araştırmanın, klinik bir deney olmaması, gözlemsel bir çalışma olması gibi nedenlerle, “Hamilelikte gluten tüketmek tip 1 diyabet gelişmesini kolaylaştırıyor” demek biraz iddialı olabilir. Ayrıca bağırsak mikrobiotasındaki dengesizlik, maruz kalınan biyolojik ve kimyasal toksinler vb. birçok başka etken de glutenin böyle bir zarar vermesini sağlayacak zemini hazırlıyor olabilir. Yine de daha önceki başka çalışmalardan da biliyoruz ki, gluten yalnızca tip 1 diyabette değil, bütün otoimmün hastalıklarda bağırsak geçirgenliğini artırmak ve bağışıklık sisteminde normalden farklı bir yanıta sebep olmak suretiyle rol oynuyor. Bu yüzden, bir gün insanlarda yapılan klinik deneylerde de hamileyken glutensiz beslenmenin, tip1 diyabeti ve hatta başka otoimmün hastalıkları büyük oranda engelleyebildiği bulunursa bu sürpriz olmaz.

Açıkçası glutensiz beslenmenin sosyal hayatta yarattığı zorluk dışında hiçbir kötü tarafı olduğunu da düşünmüyorum. Aksine, hiçbir besleyiciliği olmayan, gereksiz, işlenmiş yüzlerce yiyeceği hayatımızdan çıkarmak başta olmak üzere, birçok artısı var… Tip 1 diyabet gelişen hastalarda genetik bir yatkınlık olduğunu bilmek de annelerin glutensiz beslenip beslenmemeye karar vermesinde yardımcı olabilir. Özellikle de ailelerinde böyle bir öyküsü olan anne adaylarının, yapılacak başka çalışmaları bekleyip zaman kaybetmektense glutensiz diyete şans vermeleri, çocuklarında gelişebilecek tip 1 diyabete karşı alabilecekleri zararsız bir önlem olabilir. Tip 1 diyabetin ne kadar zor bir durum olduğu düşünülürse annenin katlanacağı bu zahmete fazlasıyla değer bana kalırsa…

Kaynaklar:

  1. https://www.bmj.com/content/362/bmj.k3547
  2. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/27642610?dopt=Abstract
  3. https://onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1002/%28SICI%291520-7560%28199909/10%2915%3A5%3C323%3A%3AAID-DMRR53%3E3.0.CO%3B2-P
  4. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC4936999/
  5. http://casereports.bmj.com/content/2012/bcr.02.2012.5878?ijkey=9fb6d7531f909d598decc7f1b1396daa0f9be857&keytype2=tf_ipsecsha
  6. https://www.beyondceliac.org/research-news/researchers-now-say-gluten-challenge-can-be-modified-814/
  7. http://celiacindia.org.in/gluten-free-beyond/gluten-free-diet/what-is-gluten-free/gluten-math/
  8. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/29855860
  9. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/19239789
  10. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/30169235
  11. http://www.greenmedinfo.com/article/adults-type-1-diabetes-have-higher-prevalance-celiac-disease-associated-antibo

Önceki yazılar:

Dr. Wahls’tan Kronik Hastalıkta Beslenme İpuçları

Terry Wahls, kendi MS hastalığını diyet ve hayat tarzı değişiklikleri ile alt etmeyi başarmış efsanevi doktor… Gençliğinde savaş sporlarıyla uğraşan bu aktif insan, hızla ilerleyen hastalığı yüzünden tekerlekli sandalyeye mahkum olmuş. Klasik tıbbın onun için yapabileceği birşey olmadığını anlayınca kendi yolunu çizmiş ve mucizevi gibi görünen bir şekilde sağlığını geri kazanmayı başarmış. Eskisi gibi bisiklete bile binebilecek kadar iyileşmiş!

MS hastalığında (Multipl Sklerozda), bağışıklık sistemi merkezi sinir sistemi elemanlarına saldırarak sinirlerde, sinirleri kaplayan myelin kılıfta veya myelini üreten hücrelerde hasara sebep oluyor. Buradan anlayabileceğimiz gibi MS otoimmün bir hastalık. Belirtiler, oluşan hasarın merkezi sinir sisteminin hangi bölgesinde olduğuna göre hastadan hastaya değişebiliyor. Bilişsel yetilerde bozulmalar, yorgunluk, yürüyüş ve duruş bozuklukları, uyuşma/karıncalanma, istemsiz kas hareketleri/kasılmaları, baş dönmesi, mesane problemleri, bağırsak problemleri, depresyon, cinsel problemler, duygusal değişiklikler ve ağrı, MS’te görülen belirtiler arasında yer alıyor (1).

Pekiyi Terry Wahls bu ciddi hastalığı yiyecekler, egzersiz ve elektriksel uyarı gibi bazı ek tedavi yöntemleriyle yenmeyi nasıl başardı? Kitabı The Wahls Protocol’de de yazdığı gibi, ismi MS ya da başka birşey olsun, bütün hastalıklarda, hücresel düzeyde bozulan yaşamsal olaylar rol oynuyor.

“Dışarıdan bakıldığında MS kendine özgü bir hastalık gibi görünse de, hücresel seviyeye indiğinizde, romatoid artrit, sistemik lupus gibi otoimmün hastalıklardan, diyabet ve kalp hastalığı gibi kronik hastalıklardan ve hatta depresyon, otizm ve şizofreni gibi duygudurum bozukluklarından çok da farklı değil. Bozulan benim biyokimyamdı ve benim durumumda fonksiyon bozukluğu beyin ve omuriliğimdeki hücrelerde başlamıştı. Ama temel sebep – hücresel işlev bozukluğu- isimleri başka olan başka hastalıklarla aynı özellikleri taşıyordu (2).”

Sorun hücresel düzeyde başladığı için çözüm de burada olmalıydı. Hücrelere iyileşebilmeleri için uygun ortamı sağlamak gerekiyordu. Bu yüzden Dr. Wahls’ın klasik tıbbın çözüm bulamadığı hastalığını, hücrelerine doğru ortamı sağlayarak yenmiş olması aslında pek de mucize sayılmaz.

Terry Wahls’ın iyileşme hikayesini ve hastalığa bakış açısını aşağıdaki meşhur TED konuşmasından kendi anlatımıyla dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim (Türkçe altyazıları mevcut).

 

Terry Wahls, konuşmasında temel felsefesini anlattığı bu diyeti kitabında üç ayrı bölüme ayırmış: Wahls Diyeti, Wahls Paleo ve Wahls Paleo Plus.

Diğerlerine göre daha kolay olan Wahls Diyeti’nde başlıca yapılması gerekenler, beslenmenize yavaş yavaş daha fazla sebze/meyve ilave ederek zamanla miktarı günde 9 kaseye çıkarmak, gluteni ve süt ürünlerini diyetten çıkarmak ve et ve balıkları serbest dolaşan hayvanlardan ve avcılıktan gelen ürünlerden seçmek. Sebzeleri de 3 kase yeşil yapraklı sebzeler, 3 kase renkli sebzeler ve 3 kase sülfür içerenler olarak ayırmanız gerekiyor. Bunların dışında şeker, mısır şurubu, bitkisel yağlar, yapay tatlandırıcılar vb. bildiğimiz zararlıları da çıkarmanız gerekiyor tabi ki! Wahls diyetlerinde genel kural olarak yumurta yasak. Ancak Dr. Wahls kitabında, yumurta yemek isteyenlerin önce en azından 1 aylığına yumurtayı diyetlerinden çıkarmalarını, bu sürenin sonunda deneme yaparak dokunup dokunmadığını tespit etmelerini öneriyor.

İkinci basamak olarak görebileceğimiz Wahls Paleo Diyeti’nde yukarıda saydıklarıma ek olarak gluten içermeyen tahıllar haftada bir porsiyona indiriliyor, hayvansal protein miktarları biraz artırılıyor, ayrıca diyete deniz yosunları, ciğer, dalak gibi sakatatlar, laktofermente yiyecekler ve tercihen suda bekletilmiş kuruyemiş ve tohumlar ekleniyor. Aşağıda bu diyetin ana hatlarını madde madde görebilirsiniz.

Wahls ve Wahls Paleo Diyetleri ile ilgili bana kalırsa en dikkat çekici kısım içerdiği sebze miktarı. Bu miktarları almaya özen gösteren biri olarak söyleyebilirim ki, klasik Türk mutfağında bu kadar çok sebze yemiyoruz. Bu yüzden de bu diyete uymaya çalıştığınızda yediğiniz sebze miktarı gerçekten artıyor. Üstelik diyette alınması gereken sebzelerin yeşil, renkli ve sülfür içerikli olarak gruplanması da sizi domates, biber, patlıcan düşünmekten daha yaratıcı olmaya zorluyor. Bu arada, Terry Wahls, burada önerilen 9 kase sebzenin (İngilizce orijinalinde “cup”) erkekler ve uzun boylu kadınlar için geçerli olduğunu, daha minyon insanların bunu 6’ya indirebileceğini belirtiyor. Pekiyi neden 9 kase? Wahls’a göre:

1- Yeterli besin değerlerini yakalayabilmek için çok fazla sebze/meyve yemelisiniz

2- Bu miktar sizi doyuracağı için tahıllara, şekere ve süt ürünlerine olan isteğiniz azalacak.

3 – İhtiyacımız olan mikrobesinleri takviyeler yerine yiyeceklerden aldığımızda bunların içlerinde bulunan ve bizim belki de henüz bilmediğimiz daha birçok başka faydalı maddeyi de alıyor olacağız.

Aşağıdaki fotoğrafta Wahls Paleo diyeti besin değerlerinin standart Amerikan diyeti besin değerleriyle karşılaştırmasını görebilirsiniz (3). Standart Amerikan diyetindeki birçok yiyeceğe dışarıdan sentetik vitaminler eklendiğini de hatırlatmakta fayda var. Yani standart Amerikan diyeti için verilen bu değerlere ulaşabilmeniz için demir, B12, D vitamini vb. ile güçlendirilmiş kahvaltılık gevrek, süt gibi gıdalar tüketmeniz gerekiyor.

 

Elbette gıda intoleransları ya da SIBO gibi durumların varlığında bu diyetlerde değişiklikler yapmak gerekecektir. Terry Wahls da kitabında, özellikle sebze miktarını bu kadar fazla artırmanın bazı insanların sindirim sisteminde rahatsızlık yaratabileceğini belirtiyor. Ancak bu duruma sebep olan etkenlerin ortadan kaldırılmaya çalışılmasını ve zamanla bu miktarlara yaklaşılmasını tavsiye ediyor. Ayrıca sebzeleri pişirmek, kaynatarak sularını içmek gibi yardımcı önerilerde bulunuyor.

Wahls Diyetlerinin sonuncusu olan Wahls Paleo Plus’tan da bahsetmeden geçmeyelim. Dr. Wahls herkesin bu diyeti yapmasının gerekmeyebileceğini ancak kendisinin mental ve fiziksel olarak en iyi hissettiği beslenme şeklinin bu olduğunu ve diğer diyet basamaklarında istedikleri sonucu alamayanların bu basamağa geçebileceğini söylüyor. Özellikle de aşağıdaki durumlarda bu basamağı öneriyor (4) :

  1. Geçmeyen beyin sisi
  2. Travmatik beyin hasarı sonucu iyileşmeyen nöro-davranışsal bozukluklar
  3. Nörodejeneratif bir hastalığınız varsa (Parkinson, Lou Gehrig, Huntington gibi)
  4. Nörolojik şikayetleriniz varsa (Kronik baş ağrısı, nöbetler, hareket bozuklukları)
  5. Wahls Paleo’da yeterli iyileşme kaydedilemeyen psikiyatrik hastalıklar

Wahls Paleo Plus’ı diğerlerinden ayıran temel nokta aslında biraz ketojenik karakterde bir diyet olması.

Bu aşamada başlıca yapılması gerekenler:

  • Yediğiniz yağ miktarını artırmak.
  • Bütün tahıl, baklagil ve beyaz patatesi tamamen diyetten çıkarmak.
  • Nişastalı sebzeleri haftada iki kezle sınırlı tutmak ve yanlarında mutlaka yağ ve protein de almak.
  • Et miktarını 170-350 grama indirmek (Kişinin kilosuna göre hesaplanması gerekiyor.)
  • Sebze miktarı da yapılı insanlarda 6-9 kaseye, minyon insanlarda 4-6 kaseye indirilebilir.
  • Günde 1 porsiyondan fazla meyve yememek. Orman meyveleri gibi düşük glisemik indeksli meyvelerin tercih edilmesi öneriliyor. Kurutulmuş meyve diyetten çıkarılıyor.

Ayrıca Wahls Paleo Plus’ta günde iki öğün yenmesi ve akşam yemeğinden sabah kahvaltısına kadar 12-16 saat süren bir aralıklı oruç uygulanması öneriliyor.

Aslında aralıklı orucun sayısız faydası var ve evrimsel sürecin bizi buna göre programladığını söyleyebiliriz. Yine de aralıklı oruç, iki öğün beslenme ve ketojenik diyetlere birden bire geçilmesinin bazı insanlarda sakıncalı olabileceğini belirtmek istiyorum. Özellikle de adrenal yetmezlik, HPA aksında bozulmalar ya da tiroid sorunları olanlarda, ayrıca hamilelerde, hamile kalmaya çalışanlarda ve çocuklarda bu tarz bir diyet uygun olmayabilir (5) (6) (7). Böyle durumları olmayanlarda bile diyetten çıkarılan karbonhidratların yerine yeteri kadar yağ ve protein eklenmezse, diyet olması gerektiği gibi yapılmazsa kişi aç kalarak vücudunu daha çok strese sokabilir. Bu yüzden klasik tarzda beslenen birinin böyle bir yeme düzenine geçmeden önce biraz araştırması, plan yapması ve küçük denemeler yapması faydalı olabilir.

Wahls Diyetlerini birebir yapmasak da…

Wahls diyetlerinin genel olarak en sevdiğim yanı besin zenginliğine dikkat çekmesi, çıkarılacak gıdalardan çok ekleneceklere odaklanması. Otoimmün hastalıkları ve belki de MS’i olanlar bu diyetleri daha ayrıntılı olarak araştırmayı ve kendi durumlarına göre modifiye etmeyi düşünebilirler. Örneğin ben otoimmün diyeti yaparken bir yandan da tabaklarımı Dr. Wahls’ın önerdiği şekilde oluşturmaya özen gösteriyordum (örnekleri bu sayfada görebilirsiniz). “Bugün kaç tabak yeşil, kaç tabak sülfürlü, kaç tabak renkli sebze yedim? Bu hafta ne kadar ciğer ve balık yedim, kemik suyu içtim?” gibi sorularla hareket ediyordum. Önceliklerim bunlar olunca da oldukça kısıtlı bir diyet olan otoimmün diyetinde bile yasaklı gıdaları düşünmeye fırsat kalmıyordu. Bir süre sonra da bu beslenme düzeni normalim olmaya başladı ve daha serbest beslendiğimde bile seçimlerimi bu kriterleri gözeterek yapmaya başladım.

Yalnızca kronik rahatsızlıkları olanların değil, sağlıklı beslenmek isteyenlerin veya çocuklarının sadece karınlarını doyurmak değil onları gerçek anlamda beslemeyi isteyenlerin de (hangi anne bunu istemez?) bu diyetten ipuçları edinebileceklerini düşünüyorum. Tercihlerinizi işlenmemiş, doğadan gelen, yediğinize değecek kadar zengin yiyeceklerden yana kullanmak, boş kalorilere yer bırakmayacak, hücrelerinize yük değil ilaç olacaktır!

Kaynaklar

  1. https://www.nationalmssociety.org/Symptoms-Diagnosis/MS-Symptoms
  2. Wahls, Terry.  “Autoimmunity: Conventional vs. Functional Medicine.” The Wahls Protocol. New York: the Penguin Group, 2014. 46. Print.
  3. Wahls, Terry.  “Wahls Paleo.” The Wahls Protocol. New York: the Penguin Group, 2014. 151. Print.
  4. Wahls, Terry.  “Wahls Paleo Plus” The Wahls Protocol. New York: the Penguin Group, 2014. 199. Print.
  5. https://chriskresser.com/is-intermittent-fasting-good-for-you/
  6. https://chriskresser.com/do-low-carb-diets-during-pregnancy-increase-the-risk-of-birth-defects/
  7. https://kresserinstitute.com/rebooting-system-benefits-fasting-mimicking-diet/

Önceki yazılar:

IBS – SIBO Zirvesinden Notlar – İnatçı Vakalar

İnternet üzerinden yayınlanan IBS – SIBO Zirvesinin ikinci gününde konuşan Dr. Mark Pimentel’in konuşmasından önemli bulduğum bölümleri paylaşacağım bu yazımda. (Sibo nedir, nasıl teşhis edilir, tedavi seçenekleri nelerdir gibi konularla ilgili yazılarımı da okuyabilirsiniz.)

Öncelikle Dr. Mark Pimentel’in kim olduğundan ve neden konuşmasını önemsediğimden bahsedeyim. Kendisi Cedars-Sinai Hastanesi’ndeki laboratuvarında, ekibiyle birlikte IBS, Sibo ve bağırsak hareket bozuklukları konusunda oldukça önemli çalışmalar yapmış bir doktor. IBS tedavisinde rifaximin kullanımının bulunması, IBS teşhisi için ilk kan testinin geliştirilmesi, IBS ve SIBO arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılması, IBS/SIBO’nun otoimmün karakterinin ortaya konması gibi bazı başarıları onu bu konudaki önde gelen uzmanlardan biri haline getiriyor.

Sözü uzatmadan Pimentel’in röportajına geçeyim. Tırnak içindeki kısımlar Pimentel’den alıntılar (bire bir sözleri olmasa da). Diğerleri ise benim yorumlarım…

Sibo’da altta yatan nedenler önemli!

Daha önce de belirttiğim gibi bazen hemen bir ilaç ve diyet protokolüyle durumun düzelmesini bekliyoruz. Ancak birçok durumda olduğu gibi SIBO’da da düzenin neden bozulduğunu sorgulamak önemli. Pimentel de bunun önemini üzerine basa basa vurguladı. Bazen altta yatan nedeni düzeltmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Yine de neden sorusunu sormaktan vazgeçmemeliyiz.

“Sibo hiçbir zaman tek başına konulacak bir teşhis değildir, mutlaka başka bir durumun sonucudur. Sadece Sibo’yu tedavi etmeye çalıştığımızda kanser gibi ciddi bir durumu gözden kaçırıyor olabiliriz. Bu yüzden Sibo’nun neden geliştiğini bulmak çok önemli. Bu hem çözüme yardımcı oluyor hem de koyduğumuz Sibo teşhisini güçlendiren bir bulgu oluyor.”

Altta yatan en yaygın sebep…

“ Besin zehirlenmeleri Sibo’nun en yaygın sebebi. Hasta geçirdiği besin zehirlenmesini her zaman hatırlamayabiliyor. Bu yüzden bağlantıyı kurmak bazen zor oluyor.” Besin zehirlenmeleri, ince bağırsağı temizleyen dalga hareketlerinin bozulmasına yol açıyor. Bu hareketlere MMC deniyor. Zehirlenmeye yol açan patojenlerde bulunan bir yapı, bu temizleyici hareketlerde görev alan sinir hücrelerindeki bir yapıyla çok benzerlik gösterebiliyor.  Bu durumda patojenle savaşan bağışıklık sistemi sinir hücrelerine de hasar veriyor ve temizleyici hareketler aksıyor. Burada aslında otoimmün karakterde bir durum ortaya çıkıyor.

“Yemek yemediğimiz sırada her 90 dakikada bir karnımızdan gelen gurultular MMC yüzündendir. Bu sesler aslında bağırsağın temizlendiğini gösteriyor!”

“ MMC ölçülebilir. Antroduodenal manometri denen testte burundan yerleştirilen ince bir tüp röntgen yardımıyla ince bağırsağa kadar ilerletiliyor ve 6 saat boyunca burada bırakılıyor. Bu sırada bağırsak hareketleri ölçülüyor. Testin bir bölümünde hastaya yemek de yediriliyor. Rutin olarak her hastaya uygulanan bir test değil. Çok zor vakalarda uygulanıyor.” Bu test rutin uygulanmasa da bağırsak hareket bozukluklarıyla ilgili daha fazla bilgi sahibi olunmasını sağlamış.

Smart Pill nedir?

“ Smart pill (Akıllı hap) temizlik dalgasının (MMC) gelip gelmediğini anlamak için kullanılıyor. Bu hap midedeki herşey sindirilmeden mideden çıkamıyor. 1mm’den büyük hiçbir parça mideyi terk edemez. Temizlik dalgası ise sindirim bittikten sonra başlar. Mide boşalsa bile temizlik dalgası hemen gelmeyebilir. O yüzden smart pill midenin ne kadar sürede boşaldığı bilgisini vermez. Ayrıca smart pill sadece ilk dalgayı gösterebilir ve sonra başka dalga olmuyorsa, dalga olmadığını gösteremez çünkü ilk dalgayla birlikte kalın bağırsağa ilerler ve geri gelmez. Oysa bazen bir dalga olabilir ama sonra saatlerce başka temizlik dalgası gelmeyebilir.” Buradan anlaşılabileceği gibi bu dalga bir kez çalışsa bile düzenli olarak çalışmadığında bakteriler ince bağırsakta çoğalabiliyor (ve buna Sibo diyoruz!).

Eritromisin, testte nasıl kullanılıyor?

“ Eritromisin bir antibiyotik. Daha önce, akciğer enfeksiyonu olanlarda verilen yüksek dozun mide bulantısına yol açtığı görülmüş. Buradan eritromisinin kasılmaları başlatan etkisi anlaşılmış. Yüksek dozda verildiğinde bu kasılmalar kusmaya yol açıyor. Belli bir dozun altına inildiğinde ise temizlik dalgasının başlamasını sağlıyor. Aslında eritromisin mide tarafından salgılanan ‘motilin’ hormonunu taklit ediyor. Antroduodenal manometrinin son aşamasında 50mg eritromisin damardan verililiyor. 5 dk sonra temizlik dalgası başlıyorsa, bu, MMC’nin yeniden düzenlenebileceğini gösteriyor. Temizlik dalgası olmuyorsa, hastada tedavi daha zor olacak demektir. ”

SIBO Nefes testinin eksik parçası

“ Bazı hastalarda nefes testi negatif olduğu halde sorunlar oluyor. Bunlar büyük olasılıkla ölçemediğimiz hidrojen sülfit gazından kaynaklanıyor. Şu anda 3 yeni araştırma üzerinde çalışıyoruz. Gelecek sene hidrojen sülfitin denklemdeki önemi daha iyi anlaşılmış olacak ve tedavi edilemeyen veya tekrarlayan vakalardaki eksik parça büyük ihtimalle bulunmuş olacak. Hidrojen sülfitin rolünü bilmek çok önemli. Örneğin metan ve hidrojene bakalım. Metan üretebilmek için hidrojen gerekli. Bu yüzden testte metan gazı ne kadar çok çıkarsa hidrojen o kadar azalıyor. Eğer metan üreten mikroorganizmaları tedavi ettiysem hidrojen yükseliyor. Bazen de hastanın testinde metan veya hidrojen yükselmese bile tedavi uyguluyoruz ve tedaviden sonra hidrojen gazı yükseliyor. Peki tedaviye rağmen bu nasıl oluyor? Çünkü burada hidrojen sülfit üreten bakterileri öldürüyoruz ve bunların kullanmadığı hidrojen testte yükselmiş olarak görülüyor. Dolayısıyla, bu üç gazın durumunu da bilmiyorsak bu hastaları tam olarak iyileştiremeyiz.”

“Metan gazı üreten mikroorganizmalarla hidrojen sülfit üretenler birbirlerini sevmiyorlar çünkü iki grup da hidrojen için savaşıyor. Metanı tedavi edersek hidrojen yükseliyor çünkü hidrojen bu mikroorganizmalar (arkeler) tarafından kullanılmamış oluyor. Metan, hidrojen sülfit ve hidrojen üreten üç grup da aynı anda mevcut olabilir ama bir grubun diğerlerine baskın olması lazım.”

Sibo’nun altında başka hangi nedenler yatıyor olabilir?

Besin zehirlenmesinden sonra SIBO’nun en yaygın nedeni olarak, geçirilen ameliyatlar sonucu oluşan adezyonlar (yapışmalar), bükülmeler geliyor.Bu durumu düzeltmek mümkün olmayabiliyor.” Pimentel burada safra kesesi alınanları örnek gösterdi. Ne kadar çok insanın safra kesesi alınıyor, öyle değil mi?

“Bunların dışında Ehlers-Danlos sendromunun da SIBO’yla ilişkisi olabileceği düşünülüyor. Tümörler başka bir etken olabilir. Narkotiklerin de Sibo gelişimine yol açtığı görülmüş. Örneğin iki hafta süreyle morfin verilen hastalarda sibo geliştiğini gösteren çalışmalar var. Çünkü morfin de MMC’yi bloke ediyor.”

İnatçı vakalarda semptomlarla nasıl başa çıkılabilir?

“ Burada iki tür hastadan bahsedebiliriz. Bazı hastalarda Rifaximin veriyoruz, ki genelde ilk başvurduğumuz ilaç bu oluyor, hasta 3 ay rahat geçiriyor. Tekrarlama olduğunda yeniden rifaximin kullanıyor. Çünkü şu andaki bilgilerimize göre Rifaximin’e karşı direnç gelişmiyor.

Ama Rifaximin’e yanıt vermiyorsanız ve sonraki tedaviye ve sonraki tedavi… O zaman gerçekten durumu idare etmenin yollarını arıyoruz. Burada üç ayaklı bir yaklaşımımız var. MMC’yi olabildiğince çalıştırmak için hastanın tolere edebileceği dozda prokinetik veriyoruz. Bununla birlikte diyetle durumu kontrol altında tutmaya çalışıyoruz. Ve bu yoğun yaklaşımla hasta %50, 60, 70 daha iyi hissediyor. Ayrıca uzun dönemde bakteri sayısını mümkün olduğunca düşük tutabilmek için nane, zerdeçal ve deneyebileceğimiz daha birçok başka doğal tedaviler olabilir. Hastaların hala şişkinliği, gazı olabiliyor. Yani burada aslında tedavi etmiş olmuyoruz ama durumu yönetmeye çalışıyoruz.

Öğün aralarını açmak çok önemli! Eğer bütün gün yemek yiyorsanız MMC çalışmaz! Biz tür olarak buzdolabı ve masamızda duran bir kase patates cipsiyle evrimleşmedik! Yiyeceği bulduğumuz zaman mümkün olduğunca çok yiyip ardından günlerce aç kalıyorduk. Gün içinde her atıştırmanızda temizleme dalgasını durduruyorsunuz. Bu yüzden yemek aralarını açabildiğiniz kadar açmak en iyisi.”

En az kaç saat yememeliyiz?

“ Yiyeceklerin sindirilmesi için 3 saat gerekiyor. 1,5 saat de temizlik hareketi için gereken süre. O yüzden 3 veya 4 saat sonra yerseniz tam temizlik dalgasının başlamasının eşiğinde oluyorsunuz. Bir de üstelik bozulmuş bir MMC’niz varsa birkaç saat daha tanımanız daha iyi olacaktır. Bu yüzden en az neredeyse beş saat olması gerek diyebiliriz.”

Bir lokma bile yemeyecek miyiz?

“ Yiyebilirsiniz ama yememelisiniz! Şeker ve süt içermediği müddetçe çay-kahve içilebilir. Su içtiğimizde peş peşe iki bardak birden içersek mideyi şişirecek ve yemek yendiği hissi uyandıracaktır. Bu da temizlik durumundan sindirim durumuna geçmesine sebep olabilir. O yüzden su içerken bile azar azar sık sık içmek daha iyi.”

Hastalar kendilerini daha iyi hissetmeye başladıklarında diyetlerinden çıkardıkları gıdaları yeniden denerlerse SİBO geri gelebilir mi?

“ Evet yavaş yavaş SİBO’yu geri getirme ihtimalleri var. Özellikle düşük FODMAP diyetinde bu ihtimalin üzerinde daha da çok  durulmalı. Bazılarınız bunu söylememden hoşlanmayabilir ama düşük FODMAP diyeti sağlıklı değil. Ama bu diyeti sevenler bile sonunda bazı gıdaları geri almak zorunda olduklarını biliyorlar çünkü uzun dönemde bu diyet onlara zarar veriyor. Geçen aylarda American College of Gastoenterology bir çalışma yayınladı ve düşük FODMAP diyetinin üç aydan uzun süre uygulanması durumunda ölçülebilir besin yetersizlikleri görülmeye başlandığını gösterdiler.”

Yine bu zirvede dinlediğim başka bir konuşmacı, Michael Ruscio ise düşük FODMAP diyetiyle ilgili daha farklı görüşler belirtti. Düşük FODMAP’in kalın bağırsaktaki bifidobakteri sayısını azaltsa da bakteri çeşitliliğini artırdığına, histamini azalttığına, serotonin hücrelerinin çoğalmasını sağladığına dair olumlu çalışmalardan bahsetti. Kendisi de uzun süre kısıtlı bir diyet uygulanmasını önermese de 2 yıl düşük FODMAP beslenenlerde bile diyetin etkisini koruduğunu ve bağırsağın zarar gördüğüne dair bir bulgu olmadığını gösteren bir çalışma olduğunu anlattı.

Pimentel’e dönecek olursak… “ Bizim düşük fermentasyon diyetimiz ise uzun süre devam ettirilebilir çünkü düşük FODMAP diyeti kadar kısıtlayıcı bir diyet değil. Ancak bizim diyetimizde her zaman diyet dışı kalması gereken yiyecekler var. Soğan, sarımsak, mercimek, fasülye ve bu tarz yiyecekler, sindirilemeyen şekerler, süt ürünleri – laktoz SİBO’yu geri getirme risklerinden dolayı her zaman liste dışı.”

“ Ama insanların çok yemesini istemediğimiz lifli yiyecekler konusunda daha esneğiz. Bunları yemeyi deneyebilirler ama az evvel saydıklarımı unutmalılar.”

Burada Pimentel’in diyetinin (Cedars-Sinai Diet) bazı eleştiriler aldığını da ekleyeyim. Özellikle basit şekerlere ve glutene izin vermesi, “kurabiye kek yiyebilirsiniz” demesi şaşkınlıkla karşılanıyor ve sağlıksız bir diyet önerdiği düşünülüyor. Sanırım Pimentel bunların yenmesini teşvik etmiyor ama hasta zaten bu şekilde besleniyorsa diyete devam etmesini sağlamak adına, ince bağırsak bakterilerini beslemeyen bu yiyeceklere izin veriyor. Çünkü diyetin yer aldığı sayfanın birçok yerinde, hastanın kendini strese sokmaması, normal hayatına devam etmeye çalışması öğütleniyor.

“ Ama bahsettiğim yiyecekler konusunda çekincelerim var. Örneğin Japonya’da farelere kırmızı barbunya yedirerek bakterilerin aşırı çoğalmasını sağlamışlar! Sadece bununla! Çünkü kırmızı barbunya o kadar zor sindiriliyor ki, bağırsak sürekli sindirim durumunda kalıyor. Yiyeceğin bağırsaktan geçip gitmesi 12 saat sürüyor. Bağırsak uzun süre yiyeceği sindirmeye uğraşıyor ve bu sırada bakteriler birikiyor. En azından hipotez bu şekilde.” Bu çalışmada barbunyanın farelere ne şekilde verildiğini bilmediğimize dikkat çekmek istiyorum. Suda bekletme, düdüklü tencerede pişirme gibi yöntemler kullanıldı mı? Bunlar sindirm süresini muhakkak etkileyecektir.

Pekiyi bir seferde tedavi olanlar istediklerini yiyebilirler mi?

“ Eğer tedavi oldularsa genelde onları birinci seneden sonra bir daha görmüyorum. Yıllar sonra alışveriş merkezinde karşılaştığımda yeme içme bölümünde istediklerini yiyor oluyorlar. O yüzden sanırım böyle hastalar her istediklerini yiyebilirler ve büyük ihtimalle yiyorlardır.” Bu hastalar SİBO vakalarının 3’te 1 kadarını oluşturuyor. Maalesef büyük çoğunluğunda SİBO nüks ediyor.

IBS – SIBO SOS Zirvesinden Notlar – IBS SIBO İlişkisi

Bugün başlayan, internet üzerinden ücretsiz olarak (İngilizce) izleyebileceğiniz “IBS ve SIBO SOS Zirvesi”ni takip ederek sizlere bu konudaki son gelişmeleri ve çeşitli doktorların tecrübelerini aktarmaya çalışacağım (bu linkten kayıt olarak siz de takip edebilirsiniz). Bu zirve geçen senelerde de yapılmıştı ve SIBO’ya dair çok kapsamlı bilgilere yer verilmişti. Ben de daha önceki SIBO yazılarımda buradan edindiğim bilgilerden çok faydalanmıştım. Konuşmacılar SIBO ve bağırsak sağlığı konusunda uzmanlaşmış, son gelişmeleri yakından takip eden, hatta bu gelişmelere imza atan önemli isimler. Öyle ki, maalesef anlattıkları bazı testler ve uygulamalar henüz klinik pratiğe bile yansıyabilecek seviyede değil. Yine de bilgilerin daha fazla yayılabilmesi ve uygulamaya geçirebilecek insanların bunlarla karşılaşma ihtimalinin artması adına ben ilginç bulduklarımı paylaşmak istiyorum.

Sibo konusunda Türkiye’de de bilinç, en azından hastalar arasında artmaya başladı diyebiliriz. Ancak yazılarımdan dolayı bana ulaşan çoğu hastadan genelde Colidur (Rifaximin) kullanımının inceliklerine dair sorular alıyorum. Sosyal medyada gördüğüm bazı paylaşımlarda ise durum daha çok diyetle düzeltilmeye çalışılıyor. Bu yaklaşımlar tedavinin parçaları olabilseler de her zaman olduğu gibi “altta yatan etken”i bulmanın çok önemli olduğuna inanıyorum. Özellikle de SIBO gibi çok sık nüks edebilen bir durumda… Maalesef bilinçaltımıza yerleşen “ilaç içerek iyileşme” düşüncesi birçok hastayı (ve doktoru) bütünsel bakış açısından uzaklaştırıyor. Bu zirve vasıtasıyla bu konudaki düşüncemi de kısaca verdikten sonra bugünkü konuşmacılardan Allison Siebecker’ın anlattıklarından önemli başlıklara geçebiliriz.

  • IBS (irritabl bağırsak sendromu) ve SIBO arasındaki fark ne?  

“ IBS, semptomlara göre tanımlanan bir hastalık, yani gözle görebileceğimiz ülser gibi bir bulgudan bahsedemiyoruz. IBS tanısının konması için gereken bu semptomlar; karında şişlik, karın ağrısı, kabızlık, ishal veya her ikisinin dönüşümlü olarak görülmesi. Bu semptomların birçok farklı sebebi olabilir ve semptomlar arada kaybolup geri gelebilir.

“ IBS şu anda en sık rastlanan fonksiyonel gastrointestinal bozukluk, çünkü yalnızca bir grup semptomdan ibaret. Yani aslında büyük ihtimalle insanlara IBS’leri olduğu söyleniyor ve buna sebep olan, tanı konulmamış bir durum olabileceği düşünülmüyor.

“ SIBO ise daha net bir tanıma sahip: ince bağırsakta bakteri birikimi. SIBO’nun, IBS türlerinden biri olan ‘enfeksiyon sonrası gelişen IBS (gıda zehirlenmeleri sonrası ortaya çıkan IBS) in altında yatan ana sebep olduğu düşünülüyor. Besin zehirlenmesi geçiriyorsunuz, düzeliyorsunuz, ancak bir süre sonra IBS semptomlarıyla karşılaşıyorsunuz. SIBO’da ortaya çıkan semptomlar IBS semptomlarından olduğu için SIBO, IBS’e sebep oluyor diyebiliriz.

“ SIBO’nun da IBS’in de besin zehirlenmeleri dışında sebepleri olabilir.” (Siebecker’ın listesine göre IBS’e sebep olabilecek 45’ten fazla durum olabilir!)

“ Ancak IBS, sebebi bilinmeyen bir hastalık olarak geçiyor.”

  • Enfeksiyon sonrası IBS nasıl oluşuyor?

Bu sorunun cevabını, tedavi edilemeyen SIBO hastalarının son durağı olan ve bu konuda birçok önemli çalışmaya imza atmış Dr. Mark Pimentel ve çalışma arkadaşları bulmuşlar. Daha önceki SIBO yazılarımda da bu konuya kısaca değinmiştim. Şimdi Allison Siebecker’ın anlatımıyla yeniden izah edelim: “Salmonella ve Campylobacter jejuni gibi patojenik bakterilerin içerdiği bir toksin var: cytolethal distending toxin. Bu toksinin B kısmı sorunlu olduğu için kısaca CDTB deniyor. CDTB bizim ince bağırsağımızda bulunan ve ICC denen bir sinir hücresi türümüze çok benzer bir yapı gösteriyor. Bu sinir hücresi türü de ince bağırsağın temizlenmesini sağlayan dalga hareketleri için büyük önem taşıyor. Bu hareketleri sağlayan sisteme MMC (migrating motor complex) deniyor. MMC, bakteri ve diğer atıkların ince bağırsaktan ileri, kalın bağırsağa doğru temizlenmesini sağlıyor. Bu hareket yemek aralarında ve uyurken gerçekleşiyor.”

CDTB’nin bu sinir hücrelerindeki yapıya benzemesi neden sorun oluşturuyor?

“ Çünkü bağışıklık sistemimiz CDTB’yi hedef aldığında sinirlerimizde bulunan, vinkülin adı verilen bu yapıyı da hedef almaya başlıyor. Kendi kendine saldırmış oluyor. Yani bu durumda otoimmün bir sorunla karşı karşıyayız demektir!”

  • İşte can alıcı bir bilgi, sıkı durun!

“Bu bilgi bizi IBS için bir test geliştirilmesine götürüyor. Dr. Pimentel’in geliştirdiği testte, kanda CDTB’ye (vinkülin’e) karşı antikorlar ölçülüyor. Yaklaşık üç yıldır yapılan bir test bu. Dr. Pimentel bu testi çölyak ve inflamatuvar bağırsak hastalığı (ülseratif kolit ve Crohn hastalıkları) olanların testleriyle karşılaştırmış ve testi pozitif olanlarda inflamatuvar bağırsak hastalığı olmadığını, çölyak görülme olasılığının ise çok düşük olduğunu görmüş. Yani enfeksiyon sonrası (besin zehirlenmesi sonrası) IBS pozitif bulunursa ülseratif kolit ve Crohn hastalığınız yok demektir.

“Bu önemli, çünkü IBS şikayeti olanlarda bu hastalıkların olmadığından emin olmak için kolonoskopi, endoskopi gibi oldukça zor testlerin yapılması gerekiyor. Bu basit kan testinin pozitif çıkmasıyla ise diğer durumların bulunmadığını söylemek mümkün oluyor.” (Buradan laboratuvarlara sesleniyoruz!)

  • IBS ve SIBO tedavilerine dair hatalı yaklaşımlar

“IBS’in tedavisine semptomlara göre teşhis konarak hemen başlanması öneriliyor. Diyette değişiklikler, probiyotik ve prebiyotikler IBS’te uygulanan ilk adımlar. Belki 2-3 ay bunları denemek düşünülebilir ama ilerleme sağlanamıyorsa bu kişide başka ne sorunlar olduğu sorgulanmalı.” (Bence bu 2-3 ay beklenmeden yapılmalı.)

“Örneğin endometriosis, Lyme, laktoz intoleransı, hipotiroidi, diyabet, IBS’e sebep oluyor olabilir. Ancak hasta bunlarla ilgili ipucu vermeyi atlayabilir. Örneğin ilgisi olmadığını düşünerek ağrılı adet geçirdiğinden bahsetmeyebilir.

“IBS semptomları mutlaka yiyecek ve içeceklerle tetiklenir. Stres de büyük bir tetikleyicidir. Ancak stres yaygın olarak söylenenin aksine çok az durumda ana etkendir. Genelde yalnızca semptomların ortaya çıkmasını tetikler.”  

(Bu kısmı özellikle dahil etmek istedim çünkü birçok kronik hastalıkta olduğu gibi IBS’te de hastalara durumlarının nedeninin stres olduğu söyleniyor çoğu zaman. )

“SIBO’da da altta yatan sebeplerin araştırılması önemli. Bazı hastalarda bunları çözmek mümkün olmuyor. Bu hastaların, diyetle semptomları kontrol altında tutmaları, yemek aralarını açmaya çalışmaları, zencefil içeren takviyeler gibi prokinetikler kullanarak MMC’yi düzenlemeleri yardımcı olabilir. Gece 12 saat açlık ve mümkünse günde en az bir kez öğünler arasında kalorili içeceklerin de içilmediği 4-5 saat süren açlık uygulanabilir. Hatta Mark Pimentel bunun 5 saat olmasını öneriyor. Kan şekerini ayarlamakta zorlandığı için sık yemesi gerekenler kendilerine uygun olan bir denge noktasını bulmaya çalışmalı.”

Bunların dışında…

Allison Siebecker oldukça uzun süren konuşmasında SIBO testlerinden, bitkisel ve farmasötik antibiyotiklerden, elemental diyetten ve diğer diyetlerden bahsetti. MMC’yi düzeltmek ve geri dönüşümü azaltmak için prokinetiklere değindi (Bunlar başlıca zencefil içeren takviyelerden oluşuyor). Bu konuları daha önceki yazılarımda da anlattığım çin tekrarlamıyorum.

SIBO testleri konusunda şu anda yapılan hidrojen ve metan gazlarını ölçen testlere ek olarak hidrojen sülfitin de deneysel olarak ölçülmeye başlandığını ve önümüzdeki dönemde bunun önem kazanacağını söyledi. Ben demiştim demek istemiyorum ama bunu da daha önce yazmıştım:) Ayrıca bu konuyu, konunun ana uzmanı Mark Pimentel’den aktarmak istiyorum. Bu zirvedeki konuşmasında hidrojen sülfit gazının çözülemeyen SIBO vakalarında aradığımız eksik parça olabileceğinden bahsediyor. Sonraki yazımda Mark Pimentel’in bu konuşmasının önemli başlıklarını aktaracağım.

Allison Siebecker’ın anlattıklarından benim çıkardığım ders, semptomlarımıza isim koymak kadar, onlara neyin sebep olmuş olabileceğini bulmanın da çok önemli olduğuydu. Elbette sebebi bilmesek bile durumu düzeltmek için elimizdeki yöntemleri kullanacağız. Ancak “strestendir” diye geçiştirmenin artık kabul edilemeyeceği oranda yeni bilgiler ediniyoruz. Yalnızca biraz olsun araştırmaları takip etmek bile birçok insanda çok daha iyi sonuçlar alınmasına yardımcı olacaktır.

error: İçerik izinsiz kullanılamaz!